Bilgi Kervanı

Fare ile Deve Kıssası

Fare ile Deve Kıssası

Bu paylaşımımızda siz kıymetli okurlarımız için Fare ile Deve Kıssası ile alakalı bilgiler sunmaya çalıştık. Fare ile Deve Kıssası başlıklı konumuzu dikkatli okumanızı öneririz. Yazımızın detayın Fare ile Deve Kıssası ile alakalı geniş bir şekilde bilgilere sahip olacaksınız.

Hz. Mevlana’nın (r.a.) Mesnevî’de anlattığı ibretlik kıssa: “Kibirli Fare ile Sabırlı Deve”nin hikayesi.

Küçük bir fâre kocaman bir devenin yularını kapmış, eline almış, kurula kurula gidiyordu. Deve, kendi huyu, uysal tabiatı yüzünden, onunla yol alıp giderken fâre, kendi ufaklüğünü göremeden:

“– Meğer ben ne müthiş bir pehlivanmışım, develeri sürükleyebilecek bir yiğitmişim!” diye böbürleniyordu.

Gide gide bir nehrin kenarına geldiler. Nehri gören fare, kibrinin şaşkınlığı içinde donup kaldı. Onun kibrinin farkında olan deve ise, mânidâr bir biçimde:

“– Ey dağda, ovada bana arkadaş­lık eden! Neden durakladın? Neden böyle şaşırıp kaldın? Haydi, yiğitçe nehrin içine gir. Sen benim kılavuzum, öncüm değil misin? Yol ortasında böyle şaşırıp kal­mak, sana yaraşır mı?” dedi.

Mahcûp düşen fâre, kekeleyerek şöyle yanıt verdi:

“–Arkadaş! Bu su pek büyük, pek derin bir su; boğulurum diye korkuyorum.”

Deve suyun içine girip:

“– Ey kör fâre! Su diz boyu imiş, korkmana gerek yok!” dedi.

Fâre çaresiz ve mahcûp itirafına devam etti:

“–Ey hünerli deve! Nehir sana göre karınca, bize göre de ejderha gibidir. Çünkü dizden dize fark mevcuttur. Benimki gibi yüz tane dizi art arda koysak, fakat senin bir dizin eder.”

Bunun üzerine akıllı deve, fâreye şu nasîhatte bulundu:

“–Öyleyse, gurur ve kibire aldanıp bir daha terbiyesizlik etmeye kalkma; haddini bil! Sana olan hoş görüş ve müsâmahama kapılıp şımarma; çünkü Allâh, şımaranları sevmez! Var git; sen, kendin gibi fârelerle boy ölçüş!”

Ayrıca Bakınız.  Hac Nasıl Yapılır? Hac Vazifesinde Ziyaret Edilen Yerler Nelerdir?

Artık, iyiden iyiye gerçeği anlayıp utanmış bulunan fâre:

“–Tevbe ettim, pişman oldum. Allâh için olsun şu öldürücü, şu boğucu sudan beni geçir!” diye yalvardı. Böylelikle deve, yine merhamet edip ona acıdı da:

“– Haydi! Sıçra da hörgücümün üstüne çık, otur! Bu sudan geçmek yahut başkalarını geçirmek benim işimdir. Zîrâ vazîfem, senin gibi yüz binlerce âcize hizmetten ibarettir.” dedi ve fareyi nehrin öbür tarafına geçirdi.

Hazret-i Mevlânâ’nın Mesnevî’de anlattığı bu hikâyede fâre; başından büyük işler görmeye kalkışan, kendini başkalarından üstün gören, böbürlenen bir birinin sembolüdür. Deve ise sabırlı, profesyonel, hünerli ve kâmil bir insanın remzidir.

Hazret-i Mevlânâ’nın bu kıssayı nakletmekten murâdı da, ondan nice ibretli düşünce, fikir ve hisseler aksettirmektir. Cümlelerinin her birini bir irfan deryâsı hâlinde söyleyen Hazret-i Pîr, buradan çıkarılması gereken nükteleri de yine kendisi şöyle ifade buyurur:

“İblis, önceleri melekler içinde büyük tanınmış, kendini üstün görmeye alışmıştı. Bu alışkanlığı yüzünden şımardı ve Allâh’ın emrinin azamet ve haşmetinin farkına varmadı; Âdem -aleyhisselâm-’ı hakîr, aşağı gördü. Böylelikle aşağıların aşağısı bir âkıbete dûçâr oldu…”

“Bil ki, bakır, altın olmadıkça bakırlığını bilmez. Gönül de mânevî kıvâma ulaşmadıkça hatalarını görmez, süflîliğini anlamaz. Ey gönül! Nefsin kibir ve gurur çukurundan kurtul da sen de bakır gibi iksîre hizmet edip bir altın hâline gel! Gönülleri kuşatan sevgiliye hizmet et!..”

“Bu sevgililer, gönül sahibi olanlardır. Gece ile gündüz birbirinden nasıl çekinir ve ayrılırsa, onlar da dünya çapından öyle çekinir, öyle kaçıp dururlar…”

 Bütün bu anlatılanlar gösteriyor ki, «benlik» ve «iddiâ»nın girdiği yerde mevkî ve rütbenin putperestliği başlar, orada aslâ rahmet tezâhür etmez. Zîrâ benlik ve iddiâ, rûhânî hayâtın kanseridir.

Ayrıca Bakınız.  Hz. Mevlana'ya Göre Gül Neden Güzel Kokar?

KİBİRLENME İNSANOĞLU

Benlik ve iddiânın kaynağı ise, insanın, ilâhî kudret karşısında kibirlenmesidir. Yani büyük bir sahrada bir kum tanesi bile olmamasına rağmen bu mevkîini unutarak elindeki, Allâh’ın ihsan ettiği birtakım emânet imkânlara aldanmak sûretiyle kendisini büyük görmesi, kibirlenmesidir. Kibir ise, hiç kuşkusuz insana, onu olduğundan daha kuvvetli, hünerli ve kabiliyetli gösterir. Oysa mahlûkâtta ne kadar güç varsa, Cenâb-ı Hakk’ın ihsân ettiği güç değil midir? Bu hakîkati idrâk edemeyenlere çok yazık! Nitekim Firavun ve Nemrud’un ilâhlık iddiâsına kadar varan kibirleri ve neticede ilâhî intikâma dûçâr olmaları mâlûmdur.

Onun için Cenâb-ı Hak, Resûlullâh (sallâllâhu aleyhi ve sellem) ve ashâbına, bilhassa büyük zaferlerden sonra dâima tevâzu ve teslimiyet telkin buyurmuş ve onların nefsânî bir böbürlenme içine girmelerine mânî olmuştur. İslâm’ın var oluş mücâdelesi olan Bedir muzafferiyeti ile ilgili, mü’minlere, onların ihlâslarına göre önce bin, sonra üç bin, ardından beş bin melek gönderdiğini beyân buyurmuş ve:

(Resûlüm!) Attığın zaman Sen atmadın, fakat Allâh attı!..” (el-Enfâl, 17) âyetini inzâl eylemiştir.

Bu yüce ve ilâhî terbiye neticesinde, Resûlullâh (sallâllâhu aleyhi ve sellem) ve sahâbe-i kirâmın hâli, bütün ümmete ebedî bir örnek teşkil etmektedir. Hazret-i Peygamber (sallâllâhu aleyhi ve sellem), Mekke’yi fethinde, o gün aslında içine girdiği şehirden fazla gönülleri fethetmişti. O mübârek beldeye girerken de zafer işaretleriyle değil, şükrân hisleri içinde ve devesi üzerinde secde hâlinde idi.

İşte bütün bu yüce hâller:

“Nefsini bilen Rabbini bilir!..” (Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, II, 361) düsturunu tâlim etmektedir.

Zîrâ kendi hâl ve mevkiini bilen her kul, ona göre hayat sürer, yâni Yaratıcısını ve onun yüce emirlerini idrâk ederek yaşar. Yoksa hikâyede geçen fârenin deve karşısında şımarması, onun kendi cüceliğinden habersiz oluşundandır. Nitekim kendini bilince devenin gücünü de idrâk etmiştir. Yine bir karınca da, eğer fil ile güreşmeye kalkarsa, bu da onun kendi acziyetinin farkında olmamasından dolayıdır. İşte insan da, eğer Rabbine kulluk etmiyor ve kibir, gurur bataklığında geziniyorsa, o da kendisinden haberdâr değildir, âdetâ ilâhî azamet karşısında bir körebe oyununun içindedir, demektir. Onun için en mühim mesele, kendimizi tanımak ve böylece Rabbimizi tanımaktır.

Ayrıca Bakınız.  İftardan 2 saat sonra 45 dakika yürüyün

Kendini tanıyanlar, hiçbir zaman kibre ve gurura düşmez, bilâkis tevâzularını artırır ve mahfiyete bürünürler.

Kendini bilen bir insana misal olarak, Hazret-i Hüseyin’in başından geçen şu olay ne kadar ibretlidir:

Bir gün Hazret-i Hüseyin -radıyallâhu anh- yoldan geçerken, ekmek kırıntıları yiyen yoksullere rastladı. Fakirler:

“–Ey Allâh’ın kulu! Buyur, gel!..” diye davet ettiler.

Hazret-i Hüseyin, kibirli bir insan olmadığı ve kibirlilerden de hiç hoşlanmadığı için hemen atından inip onlarla birlikte yediklerinden yemeye başladı. Yemek bitince, Peygamber Efendimizin güzel torunu:

“–Ben, sizin davetinize uydum. Haydi, şimdi de ben sizi davet ediyorum. Buyrun, bizim eve!..” der. Hep birlikte hane-i saadetlerine gidip yemek yerler.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Ab-ı Hayat Katreleri, Erkam Yayınları

DİNİ VE TASAVVUFİ KISSALAR

Dini ve Tasavvufi Kıssalar

İBRET VERİCİ KISSALAR

Dini ve Tasavvufi Kıssalar

Kaynak: https://www.islamveihsan.com/

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın