Bakara Suresi 208. Ayet Meali, Arapça Yazılışı, Anlamı ve Tefsiri
Bakara Suresi 208. Ayet Meali, Arapça Yazılışı, Anlamı ve Tefsiri
Bu paylaşımımızda siz kıymetli okurlarımız için Kuran Meali ve Tefsiri ile alakalı bilgiler sunmaya çalıştık. Kuran Meali ve Tefsiri başlıklı konumuzu dikkatli okumanızı öneririz. Yazımızın detayın Kuran Meali ve Tefsiri ile alakalı geniş bir şekilde bilgilere sahip olacaksınız.
Bakara Suresi 208. ayeti ne anlatıyor? Bakara Suresi 208. ayetinin meali, Arapçası, anlamı ve tefsiri…
Bakara Suresi 208. Ayetinin Arapçası:
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا ادْخُلُوا فِي السِّلْمِ كَٓافَّةًۖ وَلَا تَتَّبِعُوا خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِۜ اِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُب۪ينٌ
Bakara Suresi 208. Ayetinin Meali (Anlamı):
Ey iman edenler! Hep birlikte ve bütün varlığınızla İslâm’ın barış ve huzur iklimine girin. Şeytanın adımları ardınca gitmeyin; çünkü o, size apaçık bir düşmandır.
Bakara Suresi 208. Ayetinin Tefsiri:
208.
âyette geçen “silm” kelimesi “ teslimiyet, itaat, barış, uzlaşma” gibi mânalara
gelir. Bu nedenle müfessirlerin pek çoğu bunu “İslâm” olarak da
yorumlamışlardır. Zira İslâm, bu mânaların hepsini içine almaktadır. Âyet-i kerîme
ilk kez yalnızca dilleriyle iman
ettiklerini söyleyen münafıkları, bütün inanç, amel ve ahlâklarıyla İslâm’a
girmeye ve nifakla alakalı olarak şeytanın adımlarına uymamaya çağırmaktadır.
Aynı biçimde Ehl-i kitaptan müslüman olup da bir taraftan Peygamberimiz (s.a.s.)’e
iman ederken, bir taraftan da “cumartesi gününün kutsiyetine saygı göstermek,
deve etini ve sütünü mekruh görmek” gibi Tevrat’ın hükümlerini dikkate almaya
çalışanlara hitap etmekte; onların İslâm’a bütünüyle girmelerini ve gerek
itikadî gerek amelî yönünden önceki hükümlerden herhangi birine uymamalarını
emretmektedir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, V, 176)
Âyetin
esas hitap ettiği kitle ise müslümanlardır. Onlara, “Ey iman edenler, hepiniz
İslâm’a tam anlamıyla girin; onun emirlerini eksiksiz yerine getirin, kalan ömrünüzde
de müslüman olmaya devam edin, müslümanlıktan ve onun prensiplerinden hiçbir
zaman ayrılmayın. Sapık ve azgın kimselerin size telkin etmeye çalıştıkları
şüphelere iltifat ederek şeytanın adımlarına uymayın” mesajı vermektedir.
السِّلْمُ (silm) lâfzının “sulh, barış, savaşı ve
münakaşayı terk etme” mânaları dikkate alındığı takdirde ise âyet-i kerîme
mü’minlere âdeta şu tâlimatları vermektedir: “Ey müminler! Allah’ın emirlerine
boyun eğmekle öyle müthiş bir toplumsal görünüm ve öyle düzenli bir İslâm dünyası
meydana getirin ki aranızda isyandan, kavga ve anlaşmazlıktan, birbirinize
eziyetten, eğrilikten, Allah’ın haklarına ve kulların haklarına tecavüzden,
kısaca Allah rızâsına aykırı hareketlerden eser kalmasın. Böylelikle herkes
emniyet, karşılıklı sevgi ve tam bir huzur içinde vazifeleriyle meşgul olsun ve
âhireti için hazırlık yapsın. Bu güven ve huzur ortamını bozacak terör
eylemleri ve karşıklıklara meydan verilmesin. Dünya yaşamı ile ilgili göz alıcı
sözler söyleyip de kalpleri en merhametsizce düşmanlıklarla dolu olan, şeytanca
hareket edenlerin arkasından gidilmesin.” (bk. Elmalılı, Hak Dini, II,
736)
Şâyet
bu ikazlara kulak vermez, doğruyu ve yanlışı en güzel bir biçimde açıklayan
bunca delilleri dikkate almaz ve sizin apaçık düşmanınız olan şeytana uyarak
İslâm’ın emirlerine itaatten kayarsanız, neticesine katlanırsınız. Bundan böyle
artık ileri süreceğiniz bir mazeretiniz olamaz. Âyette Allah Teâlâ’nın üstün ve
ezici kudretine ve sınırsız hikmetine yer verilmesi, İslâm yolundan kayanlara büyük bir tehdit mânası
taşımakta, bunun yanı sıra Cenâb-ı Hakk’ın yaptığı her işte büyük hikmetler
olduğunu göstermektedir. O, koyduğu ilâhî sisteme karşı gelen, şeytanın
yollarına sapıp tevhidin, sulh ve barışın gereklerini ihlale çalışan âsilerin
haklarından gelir ve belâlarını verir. Hem bu cezalandırma ilâhî hikmete uygun,
yerinde ve adâletli olacaktır, hem de Allah Teâlâ iyileri kötülerden ayıracak
ve onlara yine hikmeti gereği lütuf ve merhametiyle muamele edecektir.
Bilmek gerekir ki, indirilen âyetler ve gönderilen
peygamberler insanlara bütün gerçekleri açık bir dille beyân etmektedir. Onlara
düşen bu gerçeklere teslim olmak, inanç ve amellerini ona göre düzenlemektir. Madem
ki böyle yapmıyorlar, demek ki onlar, artık Allah ve meleklerin bulutların
gölgeleri içinden yanlarına inip işlerinin bitirilmesini beklemektedirler.
210. âyet-i kerîmede geçen “Allah’ın gelmesi”
ifadesiyle alakalı olarak şu yorumlar yapılmıştır:
Selef âlimleri, bu ifadenin müteşâbih[1]
olduğunu, gerçek mânasını Allah’tan başkasının bilemeyeceğini bundan dolayı
te’vil edilmeyip olduğu gibi bırakılması gerektiğini söylemişlerdir. Ehl-i
Sünnet kelam âlimleri ise bu ifadeyi “Allah’ın âyetlerinin, hükmünün,
buyruğunun yahut azabının gelmesi” şeklinde açıklamışlardır. (Zemahşerî, el-Keşşâf,
I, 123; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, V, 182) Buna göre:
Birinci olarak “Allah’ın gelmesi”, Allah’ın emir ve
iradesinin zuhûr etmesi, tam bir kudret ve şiddetle ortaya çıkması mânasındadır.
Sözü edilen günahkârların cezalandırılmaları hususunda her türlü neden ve
vasıtalar tükenmiş ve fakat her şeyi bitirecek olan Allah’ın emir ve iradesinin
ortaya çıkması kalmıştır. İşte o günahkârlar bu neticeyi beklemektedirler.
Aslını söylemek gerekirse buluttan canlılar için bir rahmet olan yağmur beklenir. Şayet rahmet
beklenen buluttan azap yağacak olursa durum daha şiddetli ve korkunç olur. Zira
belâ, umulmadık bir yerden gelirse insanı daha çok gam ve kedere boğar.
İkinci olarak, “Allah’ın gelmesi” imkânsız bir
durumdur. Bunlar, “iman etme”lerini “Allah’ın gelmesine” bağlamakla, Allah
gelmeden yahut Allah’ın azabı başlarına inmeden asla inanmayacaklarını söylemiş
olmaktadırlar. Dolayısıyla âyet, onların hiç ihtimal vermedikleri bir anda
belalarını bulacaklarını ifade etmektedir.
“Allah’ın gelmesi” ifadesini hakiki mânasıyla
yorumlamak da olabilecekdür. Buna göre bahsi geçen günahkârlar, “Bize Allah’ı
açıkça göster!” (Nisâ 4/153) diyen İsrâiloğulları gibi
Allah’ı görmedikçe yalnızca aklî ve naklî delillerle iman etmez, vukuundan önce
hiçbir ikazya kulak asmaz, Allah’a ve O’nun ikazlarına inanmak için, Allah’ın
kendisini açıktan göstermesini ve gelecek felaketlerin fiilen başlarına
gelivermesini beklerler. Bu nedenle ilim ve amel, iman ve ibâdet gibi hususlara
önem vermezler. Dinin diriltici beyânlarına kulak vererek felâket
uçurumlarından kurtulmak istemezler. Aksine şeytanlık peşinde koşarlar. Barış,
selamet ve huzur ortamını bozmaya çalışırlar. Böyle olunca durumları öyle
bozulur ve bütün işler öyle kontrolden çıkar ki belalarını bulmaları için
yalnız Allah’ın emir ve iradesinin ortaya çıkması kalır. (Elmalılı, Hak Dini, II, 738)
Zaten bütün işler sonunda Allah’a döndürülür. Kıyamet
günü Allah Teâlâ, dünya çapındaki durumlarına göre kulları içinde hükmeder.
Zulmeden, Allah’ın sınırlarını çiğneyen ve emrine karşı gelenlere ona göre;
itaat eden ve iyilik yapanlara da ona göre muamele eder. iyilik sahiplerine iyilikle,
günahkârlara da ceza ile mukabelede bulunur.
Nitekim İsrâiloğulları bu hususta güzel bir örnek
teşkil etmektedir:
[1] Müteşâbih: Mânaları tam
olarak bilinemeyen yahut herhangi bir nedenten ötürü anlamlarında kapalılık
bulunan veya birden fazla mânaya ihtimali olup bu mânalardan birini tercihte
zorluk sözkonusu olan âyet yahut kelime.
Bakara Suresi tefsiri için tıklayınız…
Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
Bakara Suresi 208. ayetinin meal karşı karşıya geldirması ve diğer ayetler için tıklayınız…
Kaynak: https://www.islamveihsan.com/