Bakara Suresi 209. Ayet Meali, Arapça Yazılışı, Anlamı ve Tefsiri
Bakara Suresi 209. Ayet Meali, Arapça Yazılışı, Anlamı ve Tefsiri
Bu paylaşımımızda siz kıymetli okurlarımız için Kuran Meali ve Tefsiri ile alakalı bilgiler sunmaya çalıştık. Kuran Meali ve Tefsiri başlıklı konumuzu dikkatli okumanızı öneririz. Yazımızın detayın Kuran Meali ve Tefsiri ile alakalı geniş bir şekilde bilgilere sahip olacaksınız.
Bakara Suresi 209. ayeti ne anlatıyor? Bakara Suresi 209. ayetinin meali, Arapçası, anlamı ve tefsiri…
Bakara Suresi 209. Ayetinin Arapçası:
فَاِنْ زَلَلْتُمْ مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَتْكُمُ الْبَيِّنَاتُ فَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ عَز۪يزٌ حَك۪يمٌ
Bakara Suresi 209. Ayetinin Meali (Anlamı):
Size bunca açık deliller geldikten sonra yine de yanlış yola saparsanız, Allah’ın karşı konulamaz kudret sahibi olduğunu ve her işini yerli yerince yaptığını düşüncenizden çıkarmayın.
Bakara Suresi 209. Ayetinin Tefsiri:
208. âyette geçen “silm” kelimesi “ teslimiyet, itaat, barış, uzlaşma” gibi mânalara gelir. Bu nedenle müfessirlerin pek çoğu bunu “İslâm” olarak da yorumlamışlardır. Zira İslâm, bu mânaların hepsini içine almaktadır. Âyet-i kerîme ilk kez yalnızca dilleriyle iman ettiklerini söyleyen münafıkları, bütün inanç, amel ve ahlâklarıyla İslâm’a girmeye ve nifakla alakalı olarak şeytanın adımlarına uymamaya çağırmaktadır. Aynı biçimde Ehl-i kitaptan müslüman olup da bir taraftan Peygamberimiz (s.a.s.)’e iman ederken, bir taraftan da “cumartesi gününün kutsiyetine saygı göstermek, deve etini ve sütünü mekruh görmek” gibi Tevrat’ın hükümlerini dikkate almaya çalışanlara hitap etmekte; onların İslâm’a bütünüyle girmelerini ve gerek itikadî gerek amelî yönünden önceki hükümlerden herhangi birine uymamalarını emretmektedir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, V, 176)
Âyetin esas hitap ettiği kitle ise müslümanlardır. Onlara, “Ey iman edenler, hepiniz İslâm’a tam anlamıyla girin; onun emirlerini eksiksiz yerine getirin, kalan ömrünüzde de müslüman olmaya devam edin, müslümanlıktan ve onun prensiplerinden hiçbir zaman ayrılmayın. Sapık ve azgın kimselerin size telkin etmeye çalıştıkları şüphelere iltifat ederek şeytanın adımlarına uymayın” mesajı vermektedir.
السِّلْمُ (silm) lâfzının “sulh, barış, savaşı ve münakaşayı terk etme” mânaları dikkate alındığı takdirde ise âyet-i kerîme mü’minlere âdeta şu tâlimatları vermektedir: “Ey müminler! Allah’ın emirlerine boyun eğmekle öyle müthiş bir toplumsal görünüm ve öyle düzenli bir İslâm dünyası meydana getirin ki aranızda isyandan, kavga ve anlaşmazlıktan, birbirinize eziyetten, eğrilikten, Allah’ın haklarına ve kulların haklarına tecavüzden, kısaca Allah rızâsına aykırı hareketlerden eser kalmasın. Böylelikle herkes emniyet, karşılıklı sevgi ve tam bir huzur içinde vazifeleriyle meşgul olsun ve âhireti için hazırlık yapsın. Bu güven ve huzur ortamını bozacak terör eylemleri ve karşıklıklara meydan verilmesin. Dünya yaşamı ile ilgili göz alıcı sözler söyleyip de kalpleri en merhametsizce düşmanlıklarla dolu olan, şeytanca hareket edenlerin arkasından gidilmesin.” (bk. Elmalılı, Hak Dini, II, 736)
Şâyet bu ikazlara kulak vermez, doğruyu ve yanlışı en güzel bir biçimde açıklayan bunca delilleri dikkate almaz ve sizin apaçık düşmanınız olan şeytana uyarak İslâm’ın emirlerine itaatten kayarsanız, neticesine katlanırsınız. Bundan böyle artık ileri süreceğiniz bir mazeretiniz olamaz. Âyette Allah Teâlâ’nın üstün ve ezici kudretine ve sınırsız hikmetine yer verilmesi, İslâm yolundan kayanlara büyük bir tehdit mânası taşımakta, bunun yanı sıra Cenâb-ı Hakk’ın yaptığı her işte büyük hikmetler olduğunu göstermektedir. O, koyduğu ilâhî sisteme karşı gelen, şeytanın yollarına sapıp tevhidin, sulh ve barışın gereklerini ihlale çalışan âsilerin haklarından gelir ve belâlarını verir. Hem bu cezalandırma ilâhî hikmete uygun, yerinde ve adâletli olacaktır, hem de Allah Teâlâ iyileri kötülerden ayıracak ve onlara yine hikmeti gereği lütuf ve merhametiyle muamele edecektir.
Bilmek gerekir ki, indirilen âyetler ve gönderilen peygamberler insanlara bütün gerçekleri açık bir dille beyân etmektedir. Onlara düşen bu gerçeklere teslim olmak, inanç ve amellerini ona göre düzenlemektir. Madem ki böyle yapmıyorlar, demek ki onlar, artık Allah ve meleklerin bulutların gölgeleri içinden yanlarına inip işlerinin bitirilmesini beklemektedirler.
210. âyet-i kerîmede geçen “Allah’ın gelmesi” ifadesiyle alakalı olarak şu yorumlar yapılmıştır:
Selef âlimleri, bu ifadenin müteşâbih[1] olduğunu, gerçek mânasını Allah’tan başkasının bilemeyeceğini bundan dolayı te’vil edilmeyip olduğu gibi bırakılması gerektiğini söylemişlerdir. Ehl-i Sünnet kelam âlimleri ise bu ifadeyi “Allah’ın âyetlerinin, hükmünün, buyruğunun yahut azabının gelmesi” şeklinde açıklamışlardır. (Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 123; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, V, 182) Buna göre:
Birinci olarak “Allah’ın gelmesi”, Allah’ın emir ve iradesinin zuhûr etmesi, tam bir kudret ve şiddetle ortaya çıkması mânasındadır. Sözü edilen günahkârların cezalandırılmaları hususunda her türlü neden ve vasıtalar tükenmiş ve fakat her şeyi bitirecek olan Allah’ın emir ve iradesinin ortaya çıkması kalmıştır. İşte o günahkârlar bu neticeyi beklemektedirler. Aslını söylemek gerekirse buluttan canlılar için bir rahmet olan yağmur beklenir. Şayet rahmet beklenen buluttan azap yağacak olursa durum daha şiddetli ve korkunç olur. Zira belâ, umulmadık bir yerden gelirse insanı daha çok gam ve kedere boğar.
İkinci olarak, “Allah’ın gelmesi” imkânsız bir durumdur. Bunlar, “iman etme”lerini “Allah’ın gelmesine” bağlamakla, Allah gelmeden yahut Allah’ın azabı başlarına inmeden asla inanmayacaklarını söylemiş olmaktadırlar. Dolayısıyla âyet, onların hiç ihtimal vermedikleri bir anda belalarını bulacaklarını ifade etmektedir.
“Allah’ın gelmesi” ifadesini hakiki mânasıyla yorumlamak da olabilecekdür. Buna göre bahsi geçen günahkârlar, “Bize Allah’ı açıkça göster!” (Nisâ 4/153) diyen İsrâiloğulları gibi Allah’ı görmedikçe yalnızca aklî ve naklî delillerle iman etmez, vukuundan önce hiçbir ikazya kulak asmaz, Allah’a ve O’nun ikazlarına inanmak için, Allah’ın kendisini açıktan göstermesini ve gelecek felaketlerin fiilen başlarına gelivermesini beklerler. Bu nedenle ilim ve amel, iman ve ibâdet gibi hususlara önem vermezler. Dinin diriltici beyânlarına kulak vererek felâket uçurumlarından kurtulmak istemezler. Aksine şeytanlık peşinde koşarlar. Barış, selamet ve huzur ortamını bozmaya çalışırlar. Böyle olunca durumları öyle bozulur ve bütün işler öyle kontrolden çıkar ki belalarını bulmaları için yalnız Allah’ın emir ve iradesinin ortaya çıkması kalır. (Elmalılı, Hak Dini, II, 738)
Zaten bütün işler sonunda Allah’a döndürülür. Kıyamet günü Allah Teâlâ, dünya çapındaki durumlarına göre kulları içinde hükmeder. Zulmeden, Allah’ın sınırlarını çiğneyen ve emrine karşı gelenlere ona göre; itaat eden ve iyilik yapanlara da ona göre muamele eder. iyilik sahiplerine iyilikle, günahkârlara da ceza ile mukabelede bulunur.
Nitekim İsrâiloğulları bu hususta güzel bir örnek teşkil etmektedir:
[1] Müteşâbih: Mânaları tam anlamıyla bilinemeyen yahut herhangi bir nedenten ötürü anlamlarında kapalılık bulunan veya birden fazla mânaya ihtimali olup bu mânalardan birini tercihte zorluk sözkonusu olan âyet yahut kelime.
Bakara Suresi tefsiri için tıklayınız…
Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
Bakara Suresi 209. ayetinin meal karşı karşıya geldirması ve diğer ayetler için tıklayınız…
Kaynak: https://www.islamveihsan.com/