Kıyamet Günü Alametleri
Resûl-i EkremEfendimiz, kıyâmet hususunda kendisine yöneltilen suâllere karşı, “sorulanın smiktardan daha fazla bir şey bilmediğini”, onun ne zaman gerçekleşeceğine dâir de bir mâlumâtının olmadığını açıkça ifâde etmişlerdir. Bunun yanında, ümmetinin ibret alıp sakınmaları için, kıyâmetin alâmetleri ile ilgili bilgi vermişlerdir.
Âyet-i kerîmede de şöyle buyrulmaktadır:
“Onlar kıyâmet gününün kendilerine ansızın gelmesini mi bekliyorlar. Şüphesiz onun alâmetleri belirmiştir. Kendilerine gelip çatınca ibret almaları neye yarar?” (Muhammed, 18)
Kıyâmet alâmetlerinin bir kısmı; Deccâl’in zuhûru, Güneş’in batıdan doğması gibi fizikî, bir kısmı ise dindarlığın zayıflaması türünden mânevî alâmetlerdir.
Bazı âlimler, kıyâmetin alâmetlerini üç kısıma ayırmışlardır:
Zuhûr edip bitmiş, zamanı geçmiş olanlardır ki, bunlara “uzak alâmetler” yahut “ufak alâmetler” denir. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in peygamber olarak gönderilmesi, Cemel ve Sıffîn Savaşları, Emevîlerin iktidâra gelmesi gibi hâdiseler bu kısıma girer.
Bir kısmı zuhûr etmiş fakat geçmemiş, artarak son noktaya doğru devam etmekte olan alâmetlerdir. Bunlara da “orta alâmetler” denir.
“Yakın alâmetler” yahut “büyük alâmetler”dir ki, bunların peşinden hemen kıyâmet kopar. Bunlar, âdeta ipi kopan tespihin taneleri gibi birbiri ardınca sökün eder.
Biz ise burada, “ufak ve orta alâmetler”i bir bölümde, “büyük alâmetler”i ayrı bir bölümde ele alacağız:
KÜÇÜK VE ORTA KIYAMET ALAMETLERİ
Kıyâmetin gelişini iyice yaklaşmadan evvel haber veren birden fazla alâmet mevcuttur. Buna benzer alâmetler, dâimâ mü’minleri îkâz etmekte ve âhirete hazırlanmalarını hatırlatmaktadır. Bunların bir kısmı şöyledir:
1. Resûlullah’ın Gönderilmesi
Peygamber Efendimiz nebîler silsilesinin son halkası, nübüvvet takviminin son yaprağıdır. Bi’setinden kıyâmete kadar bütün insanlığa gönderilen ve kendisinden sonra hiçbir peygamber gelmeyecek olan son peygamberdir. Dolayısıyla O’nun cihânı teşrîfi, kıyâmetin de habercisidir. Hazret-i Câbir şöyle anlatır:
“Resûlullah hutbe îrâd ettikleri zaman gözleri kızarır, sesi yükselir; «Düşman, sabah yahut akşam üzerinize hücum edecek, kendinizi koruyunuz!» diye ordusunu îkaz eden bir kumandan gibi heyecanı artar ve şehâdet parmağı ile orta parmağını bir araya getirerek:
«Benimle kıyâmetin arası, şu iki parmağın arası kadar yaklaştığı sırada ben peygamber olarak gönderildim.»buyururlardı.” (Müslim, Cum’a, 43. Ayrıca bkz. İbn-i Mâce, Mukaddime, 7)
2. Dini İlimlerde Cehâletin Artması
Hadîs-i şerîfte buyrulur:
“Kur’ân’ı öğreniniz ve onu insanlara öğretiniz. Ferâiz ilmini öğreniniz ve onu insanlara öğretiniz. İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelmesi yakındır ki, iki kişi ferâize dâir bir mesele üzerinde tartışırlar da aralarında hüküm verip meseleyi hâlledecek bir âlimi bulamazlar.”(Heysemî, IV, 223)
Dînî ilimleri öğrenip yaşamak, Müslümanlara farzdır. İnsanların dînî duygularının zayıflaması sebebiyle İslâmî ilimlerle yeterince meşgul olmamaları ve bunun neticesinde dinlerini ihlâsla yaşayamamaları da kıyâmetin alâmetlerinden biridir. Diğer bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulmaktadır:
“Elbisenin nakışı silinip gittiği gibi İslâm da silinip gider. Hattâ oruç nedir, namaz nedir, hac ve umre nedir, sadaka nedir bilinmez. Allah Teâlâ’nın Kitâb’ı (Kur’ân-ı Kerîm) bir gecede kaldırılıp götürülür, yeryüzünde ondan tek bir âyet bile kalmaz. Birtakım çok yaşlı erkekler ve kadınlar kalır ve:
«‒Biz atalarımıza yetiştik, onlar; “Lâ ilâhe illâllah” cümlesini söylüyorlardı, biz de onu söylüyoruz!» diyecekler.”[1] Hazret-i Huzeyfe bu hadîsi nakledince yanında bulunan Hazret-i Sıla kendisine:
“–O yaşlılar, namaz nedir, oruç nedir, hac nedir, sadaka nedir bilmezken «Lâ ilâhe illâllah» cümlesi onlara bir fayda sağlar mı?” dedi. Huzeyfe (bu suâle) yanıt vermedi. Ama Sıla bu sorusunu üç kere tekrarladı. Her seferinde Huzeyfe ondan yüz çevirdi. Sıla bir defa daha tekrar edince:
“–Ey Sıla, kelime-i tevhîd onları (hiç değilse ebedî bir) Cehennem’den kurtarır.” dedi ve bunu üç kere tekrar etti. (İbn-i Mâce, Fiten, 26) Yine Resûlullah şöyle buyurmuşlardır:
“İlmin kaldırılması, cehlin kökleşmesi, içkinin içilmesi ve zinânın çoğalması, kıyâmet alâmetlerindendir.” (Buhârî, İlim, 21)
Dînî ilimlere dâir umûmî cehâlet, bugün açıkça müşâhede edilen bir husustur. Aynı biçimde içki ve zinânın yaygınlaşması da herkes aracılığıyla kabul gören acı bir gerçektir. Bu çağda zinânın suç kabul edilmesini gerilik sayan, nefsânî arzularının tatmini önünde hiçbir sınır tanımayan ve bundan dolayı Allah Resûlü’nün ifâdesiyle “merkepler gibi herkesin gözü önünde zinâ etmek isteyen”[2] kimselerin durumu, üzerlerine kıyâmet kopacak o en fenâ, en tâlihsiz kimselerin hâlinden farksızdır.
Burada zikredilen günahlar, dünya ve âhiretin kendisiyle ayakta durduğu ve korunduğu zarûrât-ı dîniyyenin bozulduğunu gösterdiği için husûsiyle zikredilmiştir. İlmin ortadan kalkması “dîn”in bozulmasına, içki “akl”ın gitmesine, zinâ “nesl”in ifsâd olmasına, fitnelerin çoğalması da “can” ve “mal”ın zarara uğramasına neden olmaktadır. Hâlbuki Müslümanların en mühim vazifesi, bu beş şeyi korumaktır. “Zarûrât-ı hamse” adı verilen bu beş mühim esâsın bozulması, âlemin harap bulunacağının en büyük habercisidir. Zira insanoğlunun ilânihâye başıboş bırakılmayacağı, ilâhî bir vaattir.[3] Resûlullah Efendimiz’den sonra peygamber de gelmeyeceğine göre, bu emanetleri zâyî eden bireylerin artık helâk edileceği muhakkaktır.
3. Fitnelerin ve Adam Öldürme Hâdiselerinin Çoğalması
İslâm beldelerinde fitneler, Hazret-i Osman’ın hilâfeti zamanında başlamıştır. Lakin her devirde bunun tezâhürleri farklı farklı olmuştur. Yani bu fitnelerin hepsinin bunun yanı sıra olması gerekmez. Bunlar kıyâmete kadar farklı zamanlarda ve farklı şekillerde yaşanacaktir. Nitekim bir gün Resûlullah:
“Öyle bir zaman gelecek ki okumaya meraklı kurrâ çoğalacak; fakihler (dîni anlayıp yaşayan âlimler) ise azalacak ve bu sûretle ilim çekilip alınacak ve herc (kargaşa ve anarşi) çoğalacak!” buyurmuşlardı. Ashâb-ı kirâm:
“–Herc nedir ey Allâh’ın Resûlü?” diye sorunca şöyle buyurdular:
“–Birbirinizi öldürmenizdir. Daha sonra öyle bir zaman gelecek ki insanlar Kur’ân okuyacaklar, okudukları boğazlarından aşağıya geçmeyecek (yani kalplerine tesir etmeyip tatbikāta geçirilmeyecek). Ondan sonra öyle bir zaman gelecek ki münâfık, kâfir ve müşrik, mü’minle Allah ile ilgili mü’minin dile getirdiği sözler gibisini söyleyerek tartışacak!” (Hâkim, Müstedrek, IV, 504/8412. Krş. Buhârî, İlim, 24)
Nitekim günümüzde takvâdan uzak yaşadığı hâlde, Kur’ân ve Sünnet’i kendi nâkıs aklıyla yorumlayan, dinde reforma yeltenen, âlim etiketli modernist ve tarihselci birtakım ilâhiyatçıların; güyâ İslâm adına Müslümanlarla mücâdele içinde bulunan tekfircilerin ve yine dînin dosdoğru yolunu zaafa uğratan câhil sofuların bir hayli çoğalmış olması da, bu nebevî ifâdeleri te’yid etmektedir.
Şâirin; “Dahleden dînimize bâri müselmân olsa.”mısraını hatırlatan bu nevî tehlikelere karşı müteyakkız ve firâsetli olmak, meydanı din tâcirlerine ve İslâm tahrifçilerine bırakmamak gerekir.
Resûlullah’ın bu hususta Abdullah bin Ömer’e yaptığı îkaz, hepimiz için mühim bir istikâmet ölçüsüdür:
“Ey İbn-i Ömer! Dînine iyi sarıl, dînine iyi sarıl! Zira o senin hem etin, hem kanındır. Dînini kimden öğrendiğine iyi dikkat et! Dînî ilimleri ve hükümleri, istikâmet ehli âlimlerden al, sağa-sola meyledenlerden alma!”[4]
Bir toplumda dinî ilimler zayıflayınca, orada huzursuzluk ve fitnelerin artması tabiîdir. İnsanların gittikçe bencil, egoist ve menfaatperest hâle gelmesi, iyilik duygularının iyice körelmesine ve her fırsatta kötülüğe meylin artmasına yol açar. Bu da toplumu fitne kazanı hâline getirir, hiç kimsede huzur ve emniyet bırakmaz. Bir gün Resûlullah:
“–Nefsimi kudret elinde tutan Allâh’a yemin olsun, insanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, kâtil niçin öldürdüğünü, maktûl de niçin öldürüldüğünü bilemeyecek.” buyurmuşlardı. (Müslim, Fiten, 55) Ashâb-ı kirâm:
“–Bu nasıl olur?” diye sorduklarında Allah Resûlü:
“–Bu, herc (fitne, kargaşa ve anarşi)dir! Öldüren de ölen de ateştedir!” cevâbını verdiler. (Müslim, Fiten, 56)
Bugünkü Sûriye başta olmak üzere terör ve anarşinin hâkim olduğu her yerdeki umûmî manzara, bu hakîkati akla getirmektedir. Çoğunlukla perde ardındaki güç odakları aracılığıyla sevk ve idare edilen terör grupları, kime hizmet ettiklerini dahî bilmeden kan döküyor, öldüren niçin öldürdüğünü, ölen niçin öldürüldüğünü bilmiyor. Yine Resûlullah şöyle buyurmuşlardır:
“Canımı kudretiyle elinde tutan Allâh’a yemin ederim ki, bir adam bir kabrin yanından geçerken kendini o kabrin üzerine atıp; «Âh! Keşke şu kabirde yatanın yerinde ben olsaydım!» diye kendini yerden yere vurmadıkça dünya yaşamı son bulmayacaktır. O kimse dindarlığı sebebiyle değil, başına gelen belâlar yüzünden böyle davranacaktır.” (Buhârî, Fiten, 22; Müslim, Fiten, 54)
Öyle anlaşılıyor ki, kıyâmetin kopmasından önceki bir zamanda hayat, insanlar için bir azap olacak, insanı canından bezdirerek yaşadığına bin pişman edecektir. O günlerde can o kadar ucuzlayacak ki, kâtil niçin öldürdüğünü, maktûl de niçin öldürüldüğünü bilemeyecektir. Din ve îmanla alâkası olmayan kimseler bile dünya çapından nefret edip ölmeyi arzu edeceklerdir.
Böyle bir vasatta hayra yönelmek ve sâlih ameller işleyebilmek de gâyet zordur. Bu nedenle o zor günler gelmeden önce huzurlu ve rahat zamanların kıymetini bilip bu fırsat demlerini ebedî saâdet sermayesi hâline getirmeye gayret etmek lâzımdır. Nitekim Resûlullah şu îkazda bulunmuşlardır:
“Karanlık geceler gibi birtakım fitneler ortalığı kaplamadan evvel, sâlih ameller işlemekte acele ediniz! Öyle zamanlar geldiğinde insan, sabah mü’min iken akşama kâfir olarak çıkar; akşam mü’min iken sabaha kâfir olarak çıkar. Dînini ufak bir dünyalığa satar.”(Müslim, Îmân, 186)[5]
“…İşte öyle zamanda dînine sıkıca sarılan kişi, elinde kor ateş (yahut diken) tutan kimse gibidir.” (Ahmed, II, 390)[6]
Böyle zamanlarda zayıf karakterli insanlar, Kitap ve Sünnet’e îtibâr etmeyerek kendi kıt akıllarınca hareket edecek, âyet ve hadisleri açıklarken de dâimâ dünyevî menfaatlerini ön plânda tutacaklardır. Resûl-i EkremEfendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Allâh’ın sâlih kulları birbiri ardından âhirete göçer; geride arpa ve hurmanın döküntüleri gibi değersiz kimseler kalır. Allah Teâlâ da onlara hiç özen vermez.” (Buhârî, Rikāk, 9)[7]
4. Ehil Olmayan Liyâkatsiz Kişilerin Söz Sahibi Olması
Ebû Hüreyre şöyle anlatır:
Resûl-i Ekrem Efendimiz bir yerde sahâbîleriyle konuşurken bir bedevî çıkageldi ve:
“–Kıyâmet ne zaman kopacak?” diye sordu.
Resûlullah kelimelerini kesmeden konuşmalarına devam ettiler. Bunun üzerine sahâbîlerden biri:
“–Bedevînin sorusunu duydu, fakat soruyu beğenmedi.” dedi. Bir başkası da:
“–Hayır, soruyu duymadı.” dedi. Resûlullah konuşmalarını bitirince:
“–Kıyâmet ile ilgili soru soran nerede?” buyurdular. Bedevî:
“–Buradayım, yâ Resûlâllah!” dedi.
“–Emanet zâyî edildiği zaman kıyâmeti bekle!” buyurdular. Bedevî:
“–Emanet nasıl zâyî olacak?” diye sordu. Resûl-i Ekrem Efendimiz de:
“–Emanet ehil olmayan kimseye verildiği zaman kıyâmeti bekle!”buyurdular. (Buhârî, İlim 2, Rikāk 35)[8]
Emanetin ehil olmayan kimseye verilmesi, bilgiye, tecrübeye ve liyâkate değer vermeyip işleri ehil olmayan bireylere bırakmak demektir. Onlar da üstlendikleri vazifeleri hakkıyla yerine getirmeyip hep kendi menfaatlerinin peşinde koştukları ve birden fazla haksızlıklara daldıkları için, kısa bir sürede her şeyin düzeni bozulur.
5. Zamanın Hızlı Geçmesi
Allah Resûlü şöyle buyurmuştur:
“Zaman yakınlaşmadıkça kıyâmet kopmaz! Bu yakınlaşma öyle olur ki, bir yıl bir ay gibi, ay bir hafta gibi, hafta da bir gün gibi, gün saat gibi, saat de saman alevi gibi yahut kibritin tutuşup hemen sönmesi gibi (kısa) olur.”(Tirmizî, Zühd, 24/2332)
Dünyanın sonuna doğru mal ziyadeleşecek, insanlar onunla daha fazla meşgul olup eğlenceye dalacaklarından yahut gittikçe artan fitneler sebebiyle derin bir endişeye düşeceklerinden, günlerin ve gecelerin nasıl geçtiğini bilemeyecek, ondan hiç istifâde edemeyeceklerdir. Bu hadîs-i şerîfin, ömürlerin kısalacağına ve zamanın bereketsiz hâle geleceğine işaret ettiği de söylenmiştir.
Muhaddis Hattâbî, zamanın kısalmasının Hazret-i Mehdî (a.s.) zamanında yahut Hazret-i Îsâ (a.s.) nüzûl ettikten sonra bulunacağını söylemiştir. Meşhur âlimlerden Ali el-Kārî ise ikisinin zamanında da bulunacağını söylemiştir. Zira zamanın kısalması Deccâl’in çıktığı zaman olacaktır. Deccâl ise ikisinin içinde çıkacaktır.
6. Dünya Malının Çoğalması
Nebiyy-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Sevininiz ve sizi neşelendirecek şeyler ümîd ediniz. Allâh’a yemin ederim ki, siz değerli okurlarımız için yoksullikten korkmuyorum. Lakin ben, sizden öncekilerin önüne serildiği gibi dünyanın sizin de önünüze serilmesinden, onların dünya için yarıştıkları gibi sizin de yarışa girmenizden, dünyanın onları helâk ettiği gibi sizi de helâk etmesinden korkuyorum.” (Buhârî, Rikāk, 7; Müslim, Zühd, 6)
“Benden sonra size dünya nîmetlerinin ve ziynetlerinin açılmasından ve onlara gönlünüzü kaptırmanızdan korkuyorum!”(Buhârî, Zekât 47, Cihâd 37; Müslim, Zekât, 121-123)[9]
“Dünya tatlıdır ve manzarası hoştur. Şüphesiz ki Allah dünyanın idaresini size verecek ve nasıl davranacağınıza, ne gibi işler yapacağınıza bakacaktır. O hâlde dünya çapından sakının ve (sefih) kadınlardan korunun!” (Müslim, Zikir, 99)
Devamlı artarak gelen mal, kıyâmete yakın fevkalâde bir artış göstererek açgözlü bireylerin dahî gözünü doyuracak düzeyye ulaşacaktır. Resûlullah şöyle buyurmuşlardır:
“Dünyanın son günlerinde, halîfelerinizden biri, malı saymaya bile gerek duymadan avuç avuç dağıtacaktır.”(Müslim, Fiten, 68, 69)[10]
Resûlullah, bunların tahakkuk edeceğini haber vermişlerdir. Belki zamanla daha da artabilir ama, kuşkusuz ki günümüzde de bunlara rastlanmaktadır.
7. Selâmın Zayıflaması
Nebiyy-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Kıyâmetten önce husûsî selâm zuhûr eder. (Kişi yalnızca tanıdıklarına selâm verir yahut bir cemaatin yanına gelince orada bulunan belli bireylere selâm verir.) Ticaret iyice yayılır; hattâ kadın, ticaret hususunda kocasına yardım eder. Akrabalarla bağlar kesilir, yalan tanıklık zuhûr eder, hak üzere tanıklık yapılmayıp gizlenir ve (dünyevî ilimlerin yaygınlaşması sebebiyle) kalem zuhûr eder, (insanlar dînî ilimlerde câhil, dünyevî ilimlerde âlim olurlar).” (Ahmed, I, 407, 419; Hâkim, IV, 110/7043)
“Kıyâmet alâmetlerinden bir diğeride birinin yalnızca tanıdığı kimseye selâm vermesidir.” (Ahmed, I, 405. Krş. Abdürrazzak, Musannef, III, 154)
8. Resûlullah’ın Haber Verdiği Diğer Bazı Kıyâmet Alâmetleri
“İki büyük ordu birbiriyle harp etmedikçe kıyâmet kopmayacaktır. Bu iki grubun ikisi de aynı dâvâyı güttükleri hâlde, aralarında büyük bir harp olacaktır.
Otuza yakın, yalancı ve mel’ûn deccâller türemedikçe kıyâmet kopmayacaktır. Bu deccâllerin hepsi de kendisinin Allâh’ın Resûlü olduğunu iddia edecektir…
Zelzeleler çoğalmadıkça, zaman birbirine yaklaşmadıkça (kıyâmet) kopmayacaktır…
Yine aranızda mal çoğalıp sel gibi akmadıkça kıyâmet kopmayacaktır. Mal o kadar çoğalacak ki, mal sahibi, malının zekâtını kim kabul eder diye endişelenecektir. Bir insana zekâtını vermek isteyecek, fakat o «Benim buna ihtiyacım yok!» diyecektir…” (Buhârî, Fiten, 25)
Zekât verilecek kimsenin bulunmaması, Ömer bin Abdülaziz zamanında yaşanmış, gelecekte yine yaşanacaktır. Bugün bile zenginliğin artması sebebiyle bazı yerlerde gerçek mânâda zekât alacak birini bulmak kolay olmayabiliyor. Lakin şuna bilhassa dikkat etmek lâzımdır ki, muhtaçlara karşı duyarsızlık sebebiyle yalnızca kendi yaşadığı çevreye bakıp toplumda yoksul kalmadığını zannetmek, büyük bir gaflettir. Dînen zengin sayılan mü’minlerin, muhtaçları arayıp bulmaları ve zekât farîzasını en güzel biçimde edâ etmeleri zarûrîdir. Yine Allah Resûlü şöyle buyurmuşlardır:
“Nefsim kudret elinde olan Zât-ı Zülcelâl’e yemin olsun ki, imâmınızı (devlet başkanınızı) öldürmedikçe, kılıçlarınızı çekip birbirinizle savaşmadıkça ve dünyanıza şerirleriniz vâris olmadıkça kıyâmet kopmaz.” (Tirmizî, Fiten, 9/2170)
“Fırat Nehri’nin suyu çekilip, aktığı yatakta bulunan bir altın dağı meydana çıkmadıkça ve «kurtulup kazanan ben olayım» diye birbiriyle çarpışan her yüz kişiden doksan dokuzu ölmedikçe kıyâmet kopmaz.” (Buhârî, Fiten, 24; Müslim, Fiten, 29)[11]
“Pek yakında zamanda Fırat Nehri’nin suyu çekilerek aktığı yatakta bir altın hazinesi meydana çıkacaktır. O günü gören kimse, o hazineden kesinlikle bir şey almasın!” (Buhârî, Fiten, 24; Müslim, Fiten, 29-32)[12]
Fırat Nehri’nin kuruyacağı ve böylece altın bir dağın yahut büyük bir altın madeninin ortaya çıkacağı haber veriliyor. Buradaki dağ kelimesi, ortaya çıkacak definenin ne kadar büyük olduğunu anlatmak için de kullanılmış olabilir. Bunun kıyâmete çok yakın bir zamanda olması yahut mecâzî bir mânâ ifâde etmesi de olabilecekdür.
Yine Allah Resûlü kıyâmetten önce yaşanacak bu nevî hâdiseleri anlatan başka bir hadîs-i şerîflerinde; “Yeryüzü bütün değerlerini, altın ve gümüşten sütunlar hâlinde kusacaktır.” buyurmuşlardır.[13] O zaman dünya hırsıyla dolu insanlar birbirine girecek ve yüzde doksan dokuzu, bir rivâyete göre “onda dokuzu” bu uğurda ölüp gidecektir. Resûlullah bir hadîs-i şerîflerinde:
“Kadınlar çoğalacak, erkekler azalacaktır. O derecede ki, elli kadının, yalnızca bir tane bakan kimsesi olacaktır.” buyurmuşlardır. (Buhârî, İlim, 21)
Hadîs-i şerîfteki bu ifâde, -Allâhu a‘lem- kesretten kinâyedir. Kıyâmete yakın zamanlarda, bir erkeğin birden fazla kadına bakıp himâye etmek zorunda kalacağı anlaşılmaktadır. Ayrıca kıyâmet yaklaştıkça fitneler çoğalacağı için, adam öldürme hâdiseleri ve savaşlar da artacak, bundan dolayı harp ehli olan erkek nüfus azalacaktır.
“Cibrîl Hadîsi” diye ünlü olan hadîs-i şerîfte Resûlullah, kıyâmetin alâmetleri sorulduğunda şöyle buyurmuşlardır:
“Annelerin, kendilerine câriye muâmelesi yapacak çocuklar doğurması; yalın ayak, başı kabak, çıplak koyun çobanlarının, yüksek ve müthiş binalar (yaptırmak)ta birbirleriyle yarışmalarıdır.” (Müslim, Îmân, 1, 5)[14]
“Câriyenin efendisini doğurması” şu biçimde îzah edilebilir:
1. Anaların kendilerine câriye muâmelesini revâ görecek âsî çocuklar doğurması, evlâtların anne-babayı istismâr etmesi.
2. Köle ve câriyelerin çoğalması; câriyenin doğurduğu çocuğun, babasının makâmına geçerek o câriyeye, yani annesine sahip olması.
3. Ümmehât-ı evlâdın (çocuğu olan câriyelerin) satılarak elden ele dolaşması ve -maâzallâh- bilmeden kendi evlâdının eline geçmesi. Yani bireylerin hâlinin bu derece fesâda uğraması.
“Yalın ayak, başı kabak, çıplak koyun çobanlarının yüksek binâlar yapmakta birbirleriyle yarışa çıkmaları” ise, lüks ve refâhın artması, bir zamanlar yoksul olan kimselerin dahî, büyük ve yüksek binalar inşâ etmekte yarışacak kadar zenginleşmesi olabilir. Allah Resûlü şöyle buyurmuşlardır:
“…İnsanlar yüksek binalar yapma yarışına girmedikçe kıyâmet kopmayacaktır…” (Buhârî, Fiten, 25)
Resûlullah, âdeta kıyâmetin ayak sesleri olan alâmetler içinde, bilhassa “zinâ” ve “binâ”nın çoğalmasını ifâde buyurmuşlardır. Günümüzün umûmî manzarasını seyrettiğimiz zaman; ne yazık ki ahlâksızlığın arttığını, yüksek binâların çoğaldığını göze çarpıyor. Zinâ ve ahlâksızlık, toplumların huzur ve mâneviyâtına âdeta zehir serpiyor. Yükselen binâlar ise, mâneviyâtı zaafa uğrayan ruhsuz şehirlerin âdeta mezar taşlarını andırıyor!..
9. Öyle Bir Zaman Gelecek ki…
Allah Resûlü, âhir zamanda yaşanacak bazı fitne ve fesatları haber vererek ümmetinin bu hususta dikkatli davranmasını istemişlerdir. Kıyâmetin habercileri diyebileceğimiz bu nevî fitneleri beyân eden hadîs-i şerîflerin bir kısmı şöyledir:
“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki fâiz yemeyen hiç kimse kalmayacak! Kişi doğrudan yemese bile ona tozundan[15] bulaşacak.” (Ebû Dâvûd, Büyû, 3/3331)[16]
“Öyle bir zaman gelir ki kişi malını helâlden mi, haramdan mı kazandığına hiç aldırış etmez.” (Buhârî, Büyû, 7, 23)
“Öyle bir zaman gelecek ki doğru söyleyenler yalanlanacak, yalancılar ise doğrulanacak. Güvenilir kimseler hâin sayılacak, hâinlere güvenilecek. Kişi kendisinden tanıklık etmesi istenmediği hâlde tanıklık edecek, yemin etmesi istenmediği hâlde yemin edecek.
İnsanların dünya (nîmetlerinden en fazla istifâde ederek) en mes’ûd olanı, Allâh’a ve Resûl’üne îmân etmeyen alçak oğlu alçak olacak!” (Taberânî, el-Mu‘cemü’l-Kebîr, XXIII, 314; Heysemî, VII, 283)
“Öyle bir zaman gelecek ki insanlar iyiliği tavsiye etmeyecek, kötülükten de sakındırmayacaklar.” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, VII, 280) Hazret-i Sevban anlatıyor:
Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşlardı:
“–Yabancı kavimlerin, yiyicilerin birbirlerini sofralarına dâvet ettiği gibi, birbirlerini sizin üzerinize çullanmaya çağıracakları zaman yakındır!” Orada bulunanlardan biri:
“–O gün sayıca azlığımızdan dolayı mı bu durum başımıza gelecek?” diye sordu. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem):
“–Hayır, bilâkis o gün siz çok olacaksınız. Lâkin sizler, bir selin getirip yığdığı çer-çöpler gibi hiçbir ağırlığı olmayan kimseler durumunda olacaksınız. Allah, düşmanlarınızın kalbinden size karşı korku duygusunu çıkaracak ve sizin kalplerinize zaafı atacak!” buyurdular.
“–Zaaf da nedir, ey Allâh’ın Resûlü?” denildi.
“–Dünya sevgisi ve ölümden hoşlanmama duygusu!” buyurdular. (Ebû Dâvûd, Melâhim, 5/4297; Ahmed, V, 278)
Hadîs-i şerîften anladığımıza göre; İslâm düşmanları, Müslümanların kuvvetlerini kırmak, onları bölüp parçalamak ve neticede yok etmek için birbirlerini iş birliği yapmaya dâvet edeceklerdir. Bunu da, sofrasına adam dâvet eden bir sofra sahibinin rahatlığı içinde yapacaklardır. Yani nasıl ki onlar için kendi sofralarına oturup yemek gayet kolay bir işse, kâfirlerin İslâm’a karşı ittifak çağrısında bulunup Müslümanların canlarına kastetmeleri, topraklarına musallat olup zenginliklerini sömürmeleri de o derece kolaylaşacaktır.
Onları bu kadar cür’etlendiren şey ise, Müslümanların azlığı değil, aksine onların îman ve takvâ yönünden zayıflığı ve dünyaya aşırı düşkünlükleri olacaktır. Çünkü ölümden korkan ve dünyaya fazlaca düşkün olan kimse, fedakârlıkta bulunamaz, zorluklara katlanamaz, canı ve malı ile yapması gereken cihâdı ihmal eder. Böyle olunca Müslümanlar, eskiden olduğu gibi düşmanlarının kalbine korku salan heybeti kaybederler. Dolayısıyla İslâm düşmanları, artık Müslümanlardan korkmaz ve çekinmez olurlar. Zübeyr bin Adiy Hazretleri anlatıyor:
Hazret-i Enes’in yanına girdik. Haccâc’ın bize yaptıklarını şikâyet ettik.
“–Sabredin!” buyurdu. Sonra da kelimelerine şöyle devam etti:
“–Siz öyle günlerle karşılaşacaksınız ki, her yeni gün, giden günden daha kötü olacak. Bu hâl, Rabbinize kavuşuncaya kadar devam edecek. Ben bunu, Resûlullah’tan işittim.” (Buhârî, Fiten, 6; Tirmizî, Fiten, 35/2206) Abdullah bin Ömer şöyle der:
Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bize yönelerek şöyle buyurdu:
“Ey Muhâcirler cemaati! Beş şey mevcuttur ki, onlarla mübtelâ olduğunuzda, ben sizin o şeylere erişmenizden Allâh’a sığınırım. Onlar şunlardan oluşmaktadır:
Bir milletin içinde zinâ, fuhuş ortaya çıkıp nihayet o millet bu suçu alenî olarak işlediğinde, mutlakâ içlerinde vebâ hastalığı ve onlardan önce yaşamış milletlerde görülmemiş başka hastalıklar yayılır.
Ölçü ve tartıyı eksik yapan her millet, mutlakâ kıtlık, geçim sıkıntısı ve başlarındaki hükümdarların zulmü ile cezalandırılır.
Mallarının zekâtını vermekten kaçınan her millet, mutlakâ yağmurdan mahrum bırakılır (kuraklıkla cezalandırılır) ve hayvanları olmasa onlara yağmur yağdırılmaz.
Allâh’ın ahdini (emirlerini) ve Resûl’ünün ahdini (yaptığı anlaşmaları ve Sünnet’ini) terk eden her milletin başına, Allah mutlakâ kendilerinden olmayan bir düşmanı musallat eder ve düşman, o milletin elindekilerin bir kısmını alır.
İdarecileri Allâh’ın Kitâbı ile amel etmeyip, indirdiği hükümlerden işlerine geleni seçtikçe, Allah onların hesâbını kendi aralarında görür (fitne, fesat ve anarşi belâsına mâruz kalırlar).” (İbn-i Mâce, Fiten, 22; Hâkim, IV, 583/8623; Beyhakî, Şuab, III, 197)
Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyorlar:
“(İdarecilik ve hâkimlik gibi) işlerini kadınlara veren bir toplum kesinlikle felâha eremez!” (Buhârî, Meğâzî, 82)
“İdarecileriniz hayırlı olanlarınızdan iseler, zenginleriniz cömert kimselerse, işlerinizi aranızda istişâre ile çözüyorsanız, bu durumda yerin üstü, altından hayırlıdır.
Eğer idarecileriniz şerirlerinizden, zenginleriniz cimri ve işleriniz kadınların elinde ise, yerin altı üzerinden daha hayırlıdır.” (Tirmizî, Fiten, 78/2266) Zira böyle bir toplumda artık dînin emirlerini ikāme imkânı kalmaz…
Hazret-i Ali(radıyallahu anh) anlatıyor:
Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir gün:
“–Ümmetim on beş şeyi yapmaya başlayınca ona büyük belânın gelmesi vâcip olur!” buyurmuşlardı. Yanındakiler:
“–Ey Allâh’ın Resûlü! Bunlar nelerdir?” diye sordular.
Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle anlattı:
“1. Ganimet (yani millî servet, yoksul-fukarâya uğramadan yalnızca zengin ve mevkî sahibi kimseler içinde) tedâvül eden bir metâ hâline geldiği,
2. Emanet, ganimet gibi görülüp hıyânet edildiği,
3. Zekât, ibadet olarak görülmeyip büyük bir yük ve kayıp olarak telâkkî edildiği,
4. Kişi, (gayr-i meşrû işlerde) kadınına itaat ettiği,
5. Kişi, annesine karşı itaatsizlikte bulunduğu,
6-7. Kişi, arkadaşına iyilikte bulunduğu hâlde babasına kaba davrandığı,
8. Mescitlerde sesler yükseldiği (huşû kaybolduğu),
9. Bir milletin idarecisi en alçakları olduğu, (Nitekim bu, farklı zamanlarda dünyanın muhtelif devletlerinde görülebilen bir hâdisedir.)
10. Bir insana şerrinden korkularak hürmet edildiği,
11. Çeşitli isimlerle îmâl edilen içkilerin serbestçe içildiği,
12. İpek elbiselerin erkekler aracılığıyla giyildiği,
13-14. Şarkıcı kadınlar ve çalgı cihazlarıne alâka arttığı, (Günümüzde sanat, bale, konser vb. adlar altında; bar, gazino ve benzeri salonlarda ve hattâ radyo, televizyon gibi çeşitli mecrâlarda -ne yazık ki- çok yaygın hâldedir.)
15. Bu ümmetin sonradan gelen nesilleri, önceden gelip geçenlere lânet ettiği zaman, (Günümüzde bazı gâfillerin ecdâdımız Osmanlı’ya ve geçmiş İslâm âlimlerine buğz etmesi gibi.)
16. İşte o zaman, (mü’minlerin ruhlarını kabzeden) kızıl rüzgârı, yere batışı yahut domuz ve maymunlara çevrilmeyi,[17] zelzeleyi ve gökten taş yağmasını bilave edin.
17. Ondan sonra birbiri ardınca birden fazla alâmet zuhûr eder ve bunlar, ipi kopan eski bir gerdanlığın ardı ardına düşen taneleri gibi birbirini takip ederler.”[18]
Gaybı fakat Allah bilir. Herhâlde bunlar, kıyâmete yaklaştıkça şerrin iyice artması neticesinde vukū bulacak alâmetlerdir. Hadîs-i şerîfte buyrulur:
“Yakında öyle bir fitne zuhûr edecek ki ondan kişiyi fakat Allah Teâlâ kurtarır, bir de boğulmak üzere olan birinin duâsı gibi bir duâ…” (Beyhakî, Şuab, II, 367/1077) Huzeyfe de şöyle buyurmuştur:
“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, o zaman fakat denizde boğulmak üzere olan biri gibi duâ eden kişi kurtulabilecektir.” (İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, VI, 22/29173; Hâkim, IV, 471/8308) Resûlullah şöyle buyurmuşlardır:
“Bir gün gelecek, insanlar Medîne’yi, en hayırlı ve güzel hâlindeyken terk edip gidecekler; orada yalnızca vahşî hayvanlar ve kuşlar kalacaktır.
Dünyada en son ölecek kimseler, Müzeyne kabilesinden iki çobandır. Medîne’ye girmek isteyerek koyunlarına seslenirler. Lakin orayı ıpıssız, vahşî hayvanlarla dolu olarak bulurlar. Onlar da Vedâ Tepesi’ne gelince yüzüstü düşüp ölürler.” (Buhârî, Fedâilü’l-Medîne, 5; Müslim, Hac, 498, 499; Muvatta, Câmî, 8) Resûlullah şöyle buyurmuşlardır:
“Mehdî, benim neslimden, Fâtıma’nın evlâdından olacak!” (Ebû Dâvûd, Mehdî, 1/4284; İbn-i Mâce, Fiten, 34)
“Mehdî benim neslimdendir; alnı geniş, burnu incedir. Dünya eziyet ve haksızlıkla dolduğu gibi, o adâletle dolduracak ve yedi sene hüküm sürecektir.” (Ebû Dâvûd, Mehdî, 1/4286)[19]
Bu hadîs-i şerîflerde bildirilen birden fazla alâmetin ya kendileri yahut benzerleri gerçekleşmiştir. Lakin kıyâmetin vakti kesinlikle bilinemeyeceği için, bu alâmetlerin daha şiddetli olanlarının zamanla vukū bulması da olabilecekdür. Bu nedenle mü’minler olarak her zaman tedbirli ve uyanık olup âhirete daha iyi hazırlanmaya gayret etmemiz elzemdir.
BÜYÜK KIYAMET ALAMETLERİ
Bir gün ashâb-ı kirâmdan bazıları, kendi aralarında bir konuyu müzâkere ediyorlardı. Nebiyy-i EkremEfendimiz, hangi hususu müzâkere ettiklerini sordu. Onlar da; “kıyâmet mevzuunu” dediler. Bunun üzerine Nebî şöyle buyurdular:
“On alâmet çıkmadıkça kıyâmet kopmayacaktır:
Duhân (duman), Deccâl, Dâbbetü’l-Arz, Güneş’in battığı yerden doğması, Îsâ bin Meryem’in inişi, Ye’cûc ve Me’cûc, doğuda, batıda ve Arap yarımadasında yer batması, Yemen’den başlayıp insanları haşrolacakları yere sürecek bir ateşin çıkması.”(Müslim, Fiten, 39-40; Ebû Dâvûd, Melâhim, 11; İbn-i Mâce, Fiten, 28)
İslâm âlimleri, bu hâdiseleri kıyâmetin büyük alâmetleri olarak kabul etmişlerdir. Bu hadîs-i şerîfte, kıyâmetin on büyük alâmeti bir arada zikredilmekle birlikte, bu alâmetlerden her biri ile alakalı çeşitli hadîs-i şerîfler de bulunmaktadır.
Kıyâmetle alâkalı bilgiler “gayb” sahasına girer. Gayb ile ilgiliki bilgiler de fakat Allah Teâlâ’nın yahut Resûlullah’ın haber verdiği kadarıyla öğrenilebilir. Kur’ân-ı Kerîm’de gayb mevzuuna, özenine binâen 60 yerde temas edilmektedir. Bu âyetlerde gaybı yalnızca Allah Teâlâ’nın bileceği anlatılmaktadır. Bunun bir tek istisnâsı mevcuttur. O da yine Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle söylenmektedir:
“Allah Teâlâ bütün görülmeyenleri bilir. Sırlarından kimseyi haberdâr etmez. Lakin bildirmeyi dilediği Peygamber müstesnâ…” (el-Cin, 26-27)
İşte kıyâmet, âhiret, Cennet, Cehennem ve daha başka şeyler ile ilgiliki bilgiler, Cenâb-ı Hak aracılığıyla Resûl-i Ekrem Efendimiz’e bildirilmiş, O da bunlardan birden fazla hususu ümmetine haber vermiştir. Şüphesiz Efendimiz’in ümmetine açıkladıkleri, fakat Allah Teâlâ’nın bildirilmesini murâd ettikleridir. Zira Efendimiz Cenâb-ı Hakk’ın bildirmesiyle, beşerî idrak sınırlarını aşan ve fakat nûr-i nübüvvetle kavranabilen hakîkatlere de vâkıf olmuştur. Lakin Efendimiz tebliğine memur olduğu hakîkatlerin dışında kendisine husûsî olarak bildirilen bu bilgileri ümmetine nakletmemiştir. Nitekim bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Ben sizin görmediğinizi görürüm ve sizin işitmediğinizi işitirim. Semâ çatırdamaktadır. Onun çatırdaması da hakkıdır. Zira dört parmaklık bir boşluk yoktur ki, orada muhakkak alnını Allah için secdeye koymuş bir melek olmasın. Vallâhi siz benim bildiklerimi bilseydiniz az güler çok ağlardınız. Zevcelerinizle meşgul olamaz, yollara dökülür, yüksek sesle Allah’tan yardım isterdiniz…”(Tirmizî, Zühd, 9/2312; İbn-i Mâce, Zühd, 19)
Yeri gelmişken şunu da ifâde edelim ki; ölüm, kabir, kıyâmet ve âhiretle alâkalı olarak aklın muayyen hudutlarını aşan bilgilerin insanoğluna verilmemiş olması; beşerî hayat nizâmının bozulmaması hikmetine binâen, Cenâb-ı Hakk’ın ayrı bir rahmet tecellîsidir. Zira insanoğluna idrâkini aşan bilgiler de verilmiş olsaydı, o buna tahammül edemeyip cinnete sürüklenir, bu da yaşamı yaşanmaz kılardı. Hâlbuki insana verilen ölüm ve ötesine dâir ilâhî ve nebevî bilgiler, yaşamın nizâmını bozmak için değil, bilâkis yaşamı nizâma sokmak içindir. Buna rağmen, “zalûm ve cehûl” olan insanoğlu çoğu zaman, kendisine lâzım olan hakîkatlerin peşine düşmek yerine, öğrendiğinde kendisine zarar verecek şeyleri merak edip bilmek ister. Hâlbuki bazı konuları bilmemesi, ona ilâhî bir lûtuf ve rahmettir.
Meselâ bir insan, bir yıl sonra öleceğini öğrenseydi, aklî ve rûhî dengesi alt üst olur, yaşamın tadı tuzu kalmaz, âdeta bir yerine bin defa ölüp ölüp dirilirdi. Hâlbuki üç gün sonra öleceğinden habersiz yaşayan bir insan, daha huzurlu, sakin ve mutludur.
İnsanı bekleyen, ölüm, kabir, diriliş, hesap ve Sırat gibi dehşetli yolculuk ve âkıbetin meçhul oluşu, büyük bir heyecan ve endişe sebebidir. İnsan bütün kalbiyle dâimâ bunun tefekkürü içinde kalsa; yiyemez, içemez, ağlamaktan ve yalvarmaktan hayatiyetini sürdüremez hâle düşerdi.
Lakin Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti olarak, bir nebze gaflet ve nisyân ile yaşamımıza devam edebilinmekte. Demek ki belli ölçüde bir gaflet, beşerî yaşamın nizâmı için gerekli bir nîmettir. Yanlış olan; bu gafletin hadd-i lâyığını aşmasıdır. Yani ölümden habersiz, sorgu-suâle bîgâne, hesâba-azâba lâkayd, âdeta âhiretsiz bir dünya yaşamı yaşamaktır ki, bunun neticesi de ebedî bir felâket ve hüsrandır. Bunun için dînimiz, dâimâ “havf ve recâ”, yani Cenâb-ı Hakk’ın gazabına uğrama korkusuyla O’nun rahmetine nâil olma ümîdinin sağladığı bir gönül dengesi içinde kulluğumuzu yerine getirmemizi tâlim ve telkin etmektedir.
1. Duhân
Kıyâmetin on büyük alâmetinden birisi olan “Duhân”, duman demektir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu isimde bir sûre de mevcuttur. Allah Resûlü’nün kıyâmet alâmeti olarak bahsettiği duman ile bu sûrede zikredilen dumanın aynı şey olup olmadığı hususunda ihtilâf edilmiştir. O sûrede Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Şimdi sen, göğün, açık bir duman çıkaracağı günü gözetle. Duman insanları bürüyecektir. Bu, elem verici bir azaptır. (İşte o zaman insanlar:) «Rabbimiz! Bizden azâbı kaldır. Doğrusu biz artık inanıyoruz.» (derler). Nerede onlarda öğüt almak? Oysa kendilerine gerçeği açıklayan bir Elçi gelmişti.” (ed-Duhân, 10-13) Bu âyetle alakalı iki farklı görüş mevcuttur:
Birinci görüş: Abdullah bin Mesut ve çoğunluğun anlayışına göre Mekkeli müşriklerin Müslümanlara yönelik eziyetlerini artırdığını gören Resûlullah, onların kıtlıkla cezalandırılması için Allâh’a duâ etmiş, Allah Teâlâ da duâsını kabul etmişti. Böylelikle Mekke halkı büyük bir kıtlığa dûçâr oldu. Bu kıtlıkta leş ve kemik yemek zorunda kalan ve açlıktan gözlerinde fer kalmayan Mekkeli müşrikler, etrafı duman kaplamış gibi görüyorlardı. Bunun üzerine Allah Resûlü’ne müracaat ederek bu felâketin kaldırılması için Allâh’a duâ etmesini istemişler, kıtlık bittiği takdirde îmân edeceklerine dair söz vermişlerdi.
Lakin o bedbaht müşrikler, Resûlullâh’ın duâsı üzerine sıkıntıları hafifleyince tekrar Müslümanlara hakaret ve eziyete başladılar. Abdullah bin Mesut’a göre, Duhân Sûresi’nde geçen dumandan maksat, o zaman müşriklerin açlıktan etrafı dumanlı görmeleridir. İbn-i Mesut şöyle demiştir:
Kureyş Kavmi İslâm’a girmekte ağır davranmıştı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz onların aleyhine duâ ettiler de onları bir kıtlık yakaladı. Bunun bunun yanında o yıl helâk oldular, leş yediler, kemik kemirdiler. Ebû Süfyân, Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in huzûr-i âlîlerine geldi ve:
“–Ey Muhammed! Sen’in getirdiklerin içinde sıla-i rahim (akrabayla ilgilenmek) de var. Hâlbuki Sen’in kavmin helâk olmuş vaziyettedir. Artık Allâh’a duâ et!” dedi. Resûlullah yahut İbn-i Mesut:
“O hâlde semânın apâşikar bir duman getireceği günü gözetle!”[20] âyetini okudu.
Sonra Kureyşliler tekrar kâfirliklerine döndüler. Bu dönüşlerinin cezası da Allah Teâlâ’nın şu buyruğunda ifâde edilmektedir:
“Lakin Biz büyük bir şiddetle yakalayacağımız gün, kesinlikle intikâmımızı alırız.” (ed-Duhân, 16) Bu intikam, Bedir günü olmuştur. Râvîlerden birisi olan Mansûr, şunu ilâve etmiştir:
“Resûlullah duâ ettiler de onlara yağmur ihsân olundu. Yedi gün yedi gece bol miktarda yağmura nâil oldular. Bu kez insanlar yağmurun çokluğundan şikâyet ettiler. Bunun üzerine Resûlullah:
«Allâh’ım, etrafımıza yağdır; üzerimize değil!” diye duâ buyurdular. Başlarının üzerindeki bulutlar derhâl açılıverdi ve civar bölgelerdeki bireylerin üzerine yağmur yağdı.”[21]
Burada şu hususa da dikkat etmek lâzımdır ki; âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan Resûlullah müşriklere, kendisine eziyet ettikleri için değil, İslâm’ı yalanlamaları ve Allâh’a başkaldırmaları sebebiyle bedduâ etmişlerdir. Nitekim îmân ile şereflenmeleri ümidiyle de üzerlerindeki iptilânın kaldırılması için duâ buyurmuşlardır. Yani Efendimiz’in bütün derdi ve arzusu, insanlığın ebedî kurtuluşuydu.
İkinci görüş: Abdullah bin Abbâs ve Abdullah bin Ömer gibi bazı ashâba göre ise bu “duhân”, kıyâmetten önce dünyayı saracak olan bir dumandır. İbn-i Kesîr gibi bazı müfessirler de bu görüşü tercih etmişlerdir.
Buna göre kıyâmet yaklaştığı zaman gökten yeryüzüne bir duman inecek, bütün Dünya’yı saracak ve kırk gün sürecektir. Yeryüzü aşırı derecede ısınacaktır. Mü’minler bu dumandan -hafif nezleye tutulmuş gibi- çok az etkilenecek, kâfir ve münâfıklar ise şiddetle sarsılacak, âdeta sarhoşa döneceklerdir.[22]
2. Deccâl
Yalancı, hilekâr, hakkı bâtıla, iyiyi kötüye karıştıran kimse mânâsına gelen “Deccâl” ile ilgili Kur’ân-ı Kerîm’de bir bilgi bulunmamaktadır. Deccâl’in âhir zamanda ortaya çıkacağı, Allah Teâlâ’nın kendisine verdiği birtakım imkân ve kâbiliyetlerle hârikulâde hünerler sergileyeceği ve böylece bazı insanları saptıracak bir yalancı ve sahtekâr olduğunu ise hadîs-i şerîflerden öğrenmekteyiz. Nevvâs ibn-i Sem’ân şöyle anlatır:
Bir sabah Resûlullah Deccâl’den uzun uzun bahsetti. Sonunda yorulup sesini alçalttı. Sonra tekrar yüksek sesle konuştu. Biz O’nun anlatışına bakarak Deccâl’in Medîne civârındaki hurmalıklara gelip dayandığını zannettik. Tekrar yanına gittiğimiz zaman üzüntümüzü anlayıp:
“–Hayrola, bu ne hâl?” buyurdular. Biz de:
“–Yâ Resûlâllah! Sabahleyin Deccâl’den bahsettiniz. Kâh alçak sesle kâh yüksek sesle konuştuğunuz için, biz onun hurmalıklara gelip dayandığını sandık.” dedik. Bunun üzerine şöyle buyurdular:
“–Sizin adınıza Deccâl’den başka şeylerden daha çok korkuyorum. Şayet Deccâl, ben aranızdayken çıkarsa, onun oyununu bozar, delillerini çürütürüm. Eğer ben aranızdan ayrıldıktan sonra çıkarsa, artık herkes kendini ona karşı savunup korumalıdır. Zaten Allah Teâlâ mü’minleri onun kötülüklerinden koruyacaktır.
Deccâl; kıvırcık saçlı, patlak gözlü, (câhiliye devrinde ölen) Abdüluzzâ bin Katan’a benzeyen bir gençtir. Sizden onu gören, Kehf Sûresi’nin baş (ve son) aracılığıyla onar âyet okusun. O, Şam ile Irak içindeki bir yerden çıkacak. Sağa-sola, her yana kötülüğünü yayacaktır. Ey Allâh’ın kulları, îmânınızı koruyup direnin!”
“–Yâ Resûlâllah! Deccâl’in yeryüzünde kalma süresi ne kadardır?” diye sorduk. Şöyle buyurdular:
“–Kırk gündür. Bir günü bir yıl kadar, bir başka günü bir ay kadar, bir diğer günü de bir hafta kadardır; geri kalan günleri ise sizin bildiğiniz günler gibidir.” Biz yine:
“–Yâ Resûlâllah! Bir yıl kadar olan günde, kılacağımız bir günlük namaz kâfî gelecek mi?” dedik.
“–Hayır, siz namaz zamanlarıni ona göre takdir ve hesap ediniz!” buyurdular. Biz bu kez:
“–Yâ Resûlâllah! Onun yeryüzündeki sürati ne kadardır?” diye sorduk. Şöyle buyurdular:
“–Rüzgârın sürüklediği bulut gibi bireylerin yanından geçer. İlâh olduğunu söyleyerek bireylerin kendisine îman etmelerini ister, onlar da îman ederler. Göğe yağmur yağdırmasını emreder, yağmur yağar. Yere bitki bitirmesini emreder, otlar, çayırlar biter. İnsanların otlatmaya gönderdikleri hayvanları daha gösterişli, semiz ve sütleri daha bol olarak döner.
Daha sonra başka bireylerin yanına giderek onları kendine inanmaveyavet eder. Lakin onlar kendisine inanmayıp teklifini geri çevirirler. Deccâl de yanlarından ayrılıp gider. Lâkin sabahleyin suları çekilip çayır ve çimenleri kurur, hayvanları da helâk olur. Deccâl, bir ören yerine uğrayıp; «Definelerini görülmektedir!» der. O harâbedeki defineler, arı beyinin peşinden giden arılar gibi Deccâl’in arkasından gider.
Sonra Deccâl, babayiğit bir genci yanına çağırıp onu kılıcıyla ikiye biçer; vücudunun her parçası bir yana düşer. Ardından ona seslenir. Delikanlı gülümseyen bir çehreyle ona doğru gelir. Deccâl böyle işler yaparken, Allah Teâlâ, Mesîh bin Meryem’i gönderir.
Mesîh, boyanmış iki elbise içinde, ellerini iki meleğin kanatları üzerine koyarak Dımaşk’ın doğusundaki Akminare’nin yanına iner. Mesîh, parıldayan yüzüyle başını yere eğince saçlarından terler damlar, başını kaldırınca inci gibi nûrânî damlalar dökülür. Onun nefesini koklayan kâfir derhâl ölür. Nefesi, baktığı yere ânında ulaşır.
Mesîh, Deccâl’in peşine düşer, onu (Kudüs yakınındaki) Bâbülüd’de yakalayıp öldürür. Sonra Hazret-i Îsâ, Allah Teâlâ’nın kendilerini Deccâl’in şerrinden koruduğu birtakım bireylerin yanına gelir, onların yüzlerini okşayarak Deccâl fitnesinin bittiğini söyler ve kendilerine Cennet’teki yüksek derecelerini haber verir…” (Müslim, Fiten, 110)[23]
Şüphesiz Deccâl fitnesi, insanoğlunun yeryüzünde göreceği en büyük fitnedir. Nitekim Resûlullah:
“Hazret-i Âdem’in yaratıldığı zamandan kıyâmetin kopacağı âna kadar Deccâl’den daha büyük bir fitne yoktur.”buyurmuşlardır. (Müslim, Fiten 126)[24]
Bu nedenle bütün peygamberler ümmetlerine bu fitneden söz etmiş ve onları îkaz buyurmuşlardır.[25] Allah Resûlü de Deccâl’in fitnesinden Allâh’a sığınmış, bundan dolayı bizim de ondan Cenâb-ı Hakk’a sığınmamızı tavsiye etmiştir.
Resûlullah, büyük Deccâl’den önce “ümmetinden otuz kadar yalancı Deccâl” çıkacağını, bunların kendilerini peygamber olarak tanıtıp “Ben Allâh’ın elçisiyim”diyeceklerini haber vermiştir.[26] Gerçekten de tarih boyunca, anlatılan cinsten nice yalancılar çıkmış, Allah Teâlâ onların hepsini kahreylemiştir. Büyük Deccâl de kuşkusuz aynı âkıbete uğrayacak, rezil ve zelil olacaktır. Rib’î bin Hırâş şöyle anlatır:
Ebû Mes’ûd el-Ensârî ile birlikte Huzeyfe ibn-i Yemân’ın yanına gittim. Ebû Mesut ona:
“–Resûlullah’tan Deccâl ile ilgili duyduklarını söyleyebilir misin!” dedi. Huzeyfe de şunları dile getirdi:
“Deccâl, yanında bir su ve bir de ateş olduğu hâlde ortaya çıkacak. Bazılarının onun yanında gördüğü su, gerçekte su olmayıp yakıcı ateştir. Bazılarının onun yanında gördüğü ateş de gerçekte ateş olmayıp, soğuk ve tatlı bir sudur. Sizden Deccâl’e kim yetişirse, ateş olarak gördüğü tarafta bulunsun. Zira o, tatlı, içimi güzel bir sudur.” (Buhârî, Enbiyâ 50, Fiten 26; Müslim, Fiten 105, 108) Sahîh-i Müslim’de geçen bir rivâyete göre Resûl-i EkremEfendimiz:
“Ben Deccâl’in yanında ne bulunduğunu iyi bilirim. Onun bununla birlikte iki nehir mevcuttur. Biri beyaz su gibi görünür, diğeri yanan ateş gibi. Bir kimse Deccâl’e yetişirse, ateş şeklinde gördüğü nehre gelip gözünü yumsun. Sonra başını eğerek ondan içsin. Çünkü o soğuk sudur.” buyurmuştur.
Daha başka rivâyetlerde, “Deccâl’in yanında Cennet ve Cehennem’e benzer iki şey bulunduğu, onun Cennet dediği şeyin ateş, yani Cehennem olduğu” da söylenmektedir. (Bkz. Müslim, Fiten, 109)
Nemrûd’un dağ gibi ateşini Hazret-i İbrahim’e (a.s.) gül bahçesi yapan Allah Teâlâ, Deccâl’e kanmayan, onun oyununa gelmeyen îmanlı bireylere bu sahtekârın sözde ateşini, tatlı ve serin bir su yapacaktır. Onun ateşi, mü’minlere hiçbir zarar veremeyecektir.
Muhtemelen Deccâl, insanları sağlam bir imtihandan geçirmesi, gerçek mü’minle öyle olmayanı birbirinden ayırması için, kendisine büyük imkânlar verilmiş büyük bir fitnecidir. Mü’minler Deccâl’i yalanlamalı; yanındaki ateş gibi, Cehennem gibi görünen şeyden korkmamalıdır. Zira o, aslında ateş değil rahmettir; Cehennem değil, Cennet’tir.[27]
Resûlullah şöyle buyurmuşlardır:
“Mekke ile Medîne dışında, Deccâl’in ayak basmadığı bir yer kalmaz. Mekke ile Medîne’nin bütün yollarında saf tutmuş melekler bu iki şehri korur. Deccâl; kumlu, çorak bir yere iner. Ardından Medîne üç defa sarsılır; Allah Teâlâ orada bulunan kâfir ve münâfıkları dışarı çıkarır.” (Müslim, Fiten, 123)[28]
Deccâl’in yeryüzünde Mekke ile Medîne dışındaki bütün yerleşim bölgelerini dolaşacağını, bundan dolayı herkesin onunla çetin bir imtihana tâbî tutulacağını bu hadîs-i şerîf açıkça beyan etmektedir. Allah Teâlâ iki harem bölgesini, yani Mekke-i Mükerreme ile Medîne-i Münevvere’yi ve bundan dolayı orayı terk etmeyen samimî Müslümanları Deccâl’den koruyacaktır. Allah Resûlü şöyle buyurmuşlardır:
“İsfahan yahudîlerinden taylasanlı yetmiş bin kişi Deccâl’in ardından gider.” (Müslim, Fiten, 124)
Deccâl’e inanan ve ona değer verenler içinde Yahudîler en önde bulunacaklardır. Deccâl, yeryüzünün her yerini dolaşacağı gibi, İsfahan’a da gidecektir. İsfahan Yahudîlerinden taylasanlı yetmiş bin kişi ona arka çıkacaktır. Bir gün Resûl-i EkremEfendimiz, içinde Ümmü Şerîk’in de bulunduğu bir mecliste Deccâl’den söz ederek;
“İnsanlar Deccâl’den kaçıp dağlara sığınırlar.” buyurmuşlardı. Yiğit İslâm mücâhidlerinin Deccâl karşısında tutunamayıp kaçmaları Ümmü Şerîk’i hem üzmüş hem de meraklandırmıştı. Bu nedenle:
“–Yâ Resûlâllah! O gün Araplar nerede olacak?” diye sordu. Allâh’ın Resûlü:
“–Onlar o gün pek azdır.” buyurmak sûretiyle Deccâl’in karşısında duramayacaklarını, onun şerrinden ve fitnesinden kaçıp kurtulmaya çalışacaklarını ifâde ettiler. (Müslim, Fiten, 125)[29]
Resûlullah şöyle buyurmuşlardır:
“Yedi şey gelmeden evvel, sâlih ameller işlemekte acele ediniz! Yoksa siz gerçekten;
1. (İbadeti, helâl ve haram hudutlarını) unutturan yoksullik,
2. Azdıran zenginlik,
3. (Her şeyi) bozup perişan eden hastalık,
4. Aklı ve idrâki zaafa uğratarak saçma-sapan konuşturan yaşlılık,
5. Ansızın geliveren ölüm,
6. Gelmesi beklenen şeylerin en şerlisi Deccâl ve,
7. Kıyâmetten başka bir şey mi beklediğinizi sanıyorsunuz?
Kıyâmet ise, belâsı en müthiş ve en acı olandır.” (Tirmizî, Zühd, 3/2306)
Allah Resûlü şöyle anlatmışlardır:
“Deccâl ortaya çıkınca, mü’minlerden biri onun bulunduğu tarafa doğru gider. Deccâl’in silâhlı adamları onun önüne çıkarak:
«–Nereye gitmek istiyorsun?» diye sorarlar.
«–Şu yaşanan adamın yanına!» der. Deccâlin adamları:
«–Sen bizim Rabbimize inanmıyor musun?» diye sorarlar. O da:
«–Bizim Rabbimiz’in gizli bir yanı yok ki O’nu bırakıp başkasına inanalım.» der. Deccâl’in bazı adamları:
«–Öldürün şunu!» derler. Bir kısmı ise:
«–Tanrınız, haberi olmadan bir kimseyi öldürmeyi yasaklamadı mı!» derler ve o mü’mini Deccâl’in yanına götürürler. O mü’min Deccâl’i görünce diğer mü’minlere:
«–Ey mü’minler! Bu adam Resûlullah’ın kendisinden bahsettiği Deccâl’dir!» diye seslenir. O zaman Deccâl adamlarına:
«–Bunu iyice bir dövün!» der. Onu dövmek üzere tutarlar. Deccâl tekrar:
«–Yakalayın şunu, yarın kafasını!» der. Sırtına ve karnına vurarak onu dayaktan geçirirler. Bu defa Deccâl:
«–Bana îmân etmiyor musun?» diye sorar. O mü’min:
«–Sen yalancı Mesîh’sin» der.[30]
Deccâl’in emri üzerine onu testereyle baştan aşağı ikiye biçerler. Deccâl o zâtın ikiye bölünen cesedinin içinden yürüyüp geçtikten sonra ona:
«–Ayağa kalk!» der. O da doğrulup kalkar. Deccâl tekrar:
«–Bana îmân ediyor musun?» diye sorar. O ise:
«–Senin ile ilgiliki kanaatim iyice pekişti.» dedikten sonra halka dönerek:
«–Ey insanlar! O benden sonra artık kimseyi öldürüp diriltemez!» der.
Deccâl onu kesmek için yakalar. Lakin Allah Teâlâ o mü’minin boynundan köprücük kemiğine kadar olan kısmı bakır hâline dönüştürür. Bu nedenle Deccâl ona bir şey yapamaz. Bunun üzerine Deccâl onu ellerinden ve ayaklarından tutup fırlatır. Halk onu Cehennem’e attığını zanneder. Hâlbuki o Cennet’e atılmıştır.” Resûlullah, kelimelerini şöyle tamamladılar:
“İşte bu mü’min, Âlemlerin Rabbi’ne göre bireylerin en büyük şehîdidir.” (Müslim, Fiten, 113)[31]
Deccâl’in mâhiyetini, onun hile ve düzenbazlıklarını çok iyi bilen bu mü’minin, Hazret-i Hızır (a.s.) olduğunu söyleyenler olmuştur.
Deccâl’in silâhlı adamlarının yanında Deccâl’e göğüs geren bu şuurlu mü’minin; “Bizim Rabbimiz’in gizli bir yanı yok ki O’nu bırakıp başkasına inanalım!”demesi, mü’minlerin Cenâb-ı Hakk’ı bütün sıfatlarıyla tanıdıklarını, O’nun varlığından, birliğinden ve kudretinden aslâ şüphe etmediklerini, O’nun kusursuz ve müthiş olduğuna îman ettiklerini ifâde içindir.
Bu durum, fitneler ve mânevî tehlikeler karşısında gönüllerin “mârifetullâh” ile feyizlenmesinin ne kadar mühim olduğunu ortaya koymaktadır. Îman ve irfânıyla Deccâl’in karşısında yiğitçe dik duran o mü’minin hâli, âhir zaman fitneleri ve kıyâmet alâmetlerine dâir Kur’ân ve Sünnet bilgisinin bir mü’mine ne kadar faydalı ve lüzumlu olduğunu da açıkça ortaya koymaktadır.
Bu hadîs-i şerîf, Deccâl belâsının yaşandıktan bir müddet sonra tamamen biteceğini göstermektedir. Dolayısıyla bu fitneyle imtihan edilecek mü’minlerin vazifesi; îmanlarına daha sıkı sarılarak aslâ gevşememek ve korkuya kapılmadan Deccâl’e karşı îman cesaretiyle direnmektir.
Deccâl’in Vasıfları
Allah Resûlü şöyle buyurmuşlardır:
“Bütün peygamberler, ümmetlerini yalancı ve kör Deccâl’in tehlikesine karşı uyarmışlardır. Şunu bilin ki, onun bir gözü kördür; ama sizin azîz ve celîl olan Rabbiniz tek gözlü değildir.
Deccâl’in iki gözünün arasına kâfir (ke-fe-re) diye yazılmıştır.” (Buhârî, Fiten 26, Tevhîd 17; Müslim, Fiten 101, 102)[32]
“…Onun bu gözü, üzüm salkımından dışarı fırlamış üzüm tanesi gibidir.” (Buhârî, Fiten 26, Tevhîd 17; Müslim, Îmân, 274)[33]
Bu ve benzeri hadîs-i şerîflerde bildirildiği üzere Deccâl’in bazı vasıflarını şöyle hulâsa edebiliriz:
Deccâl’in iki gözü de sakattır. Sağ gözü, üzüm salkımından dışarı fırlamış üzüm tanesi gibi patlaktır. Sol gözü ise tamamen siliktir, ışığı sönmüştür, görmez.Deccâl’in mü’minler aracılığıyla rahatlıkla görülebilecek, tanınabilecek ve hatırlanabilecek vasıflara elde ederek yaratılması, Cenâb-ı Hakk’ın müstesnâ bir lûtfudur. Lakin o çetin imtihanla karşı karşıya geldiğında bu ilâhî lûtfun gereğini yerine getirebilmek, sarsılmaz bir îmâna sahip olan samimî mü’minlerin kârıdır.
Deccâl’in iki gözünün arasına, onun yalancılığını göstermek üzere, “kâfir” yahut “ke-fe-re” diye yazılmıştır. Her mü’min, Arapça okumayı bilmese bile, kalbine dünyaya gelecek bir ilham ile bu yazıyı anlayıp sezecektir. İlâhî rahmetten nasîbi olmayanlar ise okuma bilseler dahî bu yazıyı göremeyeceklerdir.Deccâl’in yanında, kendilerini imtihan ettiği bireylere mükâfat ve cezâ olarak vereceği Cennet ve Cehennem’e benzeyen bir şey mevcuttur. Lakin o yalancının Cennet dediği şey aslında Cehennem’dir. Yani Deccâl’in Cennet dediği yere giren kimse, ona inanmış, oyununa kanmış olduğu için görünüşte Cennet’e, fakat gerçekte Cehennem’e girmiş olacaktır. Ona karşı çıktığı için Deccâl’in Cehennem’ine atılan kimse de aslında Cennet’e girmeyi hak etmiş olacaktır.Deccâl’in saçı kıvırcık olup yaşı da bi hayli gençtir.İri cüsseli, fakat kısa boyludur.[34] Deccâl doğu aracılığıyla, olabileceken Horasan yahut İsfahan’dan yahut Şam ile Irak içinde bir yerden çıkacaktır.[35] Allah Teâlâ, Mekke ile Medîne’yi meleklerle koruyacağı için Deccâl bu iki mübârek beldeye giremeyecektir.Deccâl, kendisinden önce çıkacak olan otuz kadar yalancı deccâl gibi önce; “Ben Allâh’ın elçisiyim.” diyecek,[36] sonra da ilâh olduğunu söyleyecektir.Deccâl, zuhûr ettiği zamanda yaşayanlar için ağır bir “îman imtihanı” bulunacağından, ona, yağmur yağdırma, yeşillikleri kurutma, yer altından defineleri çıkarma gibi büyük imkânlar verilecektir. Deccâl’e verilen bu fevkalâde güçler, îmânı zayıf kimseler için büyük bir tehlike teşkil edecektir.Deccâl, yahudî asıllı biri olduğu için,[37] kendisine en fazla ilgi gösterip destek verecek olanlar da yahudîler olacaktır.Deccâl yalnızca bir kişiyi testereyle kesip ikiye biçecek, sonra onu diriltecek, buna karşın o mü’min kendisinin bir yalancı ve Deccâl olduğunu yüzüne haykıracak, bu hâdiseden sonra da Deccâl artık kimseyi öldürüp diriltemeyecektir.Deccâl’i Hazret-i Îsâ (a.s.) öldürecek ve bu büyük fitneye son verecektir.Deccâl’den Korunmak İçin
Deccâl fitnesinden Cenâb-ı Hakk’a sığınmak, Peygamber Efendimiz’in ümmetine yaptığı mühim bir tavsiyedir. Nitekim, Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Biriniz teşehhüdü bitirdikten sonra şu duâyı okuyarak dört şeyden Allâh’a sığınsın:
“Allâh’ım! Cehennem azâbından, kabir azâbından, yaşamın ve ölümün iptilâlarından ve Deccâl fitnesinin şerrinden Sana sığınırım!” (Müslim, Mesâcid, 128) Ayrıca Resûl-i Ekrem Efendimiz;
“Kehf Sûresi’nin baş aracılığıyla on âyet ezberleyen kimse Deccâl’den korunur.” buyurmuştur. (Müslim, Müsâfirîn, 257; Ebû Dâvûd, Melâhim, 14)
Yine kaynaklarda, Kehf Sûresi’nin sonundan on âyet okumanın tavsiye edildiği de kaydedilmektedir. Bu sûrenin baş tarafındaki ilk on âyette Cenâb-ı Hakk’ın zâtını ve sıfatlarını bilmekten söz edilmekte ve O’nun Ashâb-ı Kehf’i zâlim Dakyanus’un şerrinden koruduğu anlatılmaktadır. Muhtemelen bu alâka sebebiyle, Deccâl’i görenlerin, bu sûrenin ilk on âyetini okumaları tavsiye edilmiştir.[38]
Hadîs-i şerîfte Resûlullah’ın;
“Sizin adınıza Deccâl’den başka şeylerden daha çok korkuyorum…”[39] buyurmuş olması, esasen îmânı kuvvetli kimseler için Deccâl’in büyük bir tehlike teşkil etmeyeceğine işaret etmektedir.
Şu hâlde Deccâl fitnesinden korunabilmek için takvâ ehli bir Müslüman olmak, ilmiyle amel eden ihlâslı âlimler yetiştirmek, Kur’ân ve Sünnet istikâmetinde bir hayat yaşamak lâzımdır. Zira fakat böyle kimseler, Cenâb-ı Hakk’ın lûtuf ve ihsânı ile Deccâl denen hilekârın karşısında bulunacaklar, ona mağlûp olmayacaklar ve neticede Cennet’i hak edeceklerdir.
Şüphesiz ki Deccâl’i tanımanın en şaşmaz ölçüsü “Kitap ve Sünnet”tir. Dînî bir iddia ile yaşanan insanları dâimâ bu iki ölçüyle mîzân etmek gerekir. Resûlullah’ın;
“…Eğer Deccâl ben aranızdan ayrıldıktan sonra çıkarsa, artık herkes kendini ona karşı savunup korumalıdır…”[40] buyurması da, her Müslümanın dînini iyi bir biçimde öğrenmesi gerektiğini göstermektedir. İslâm’ı iyice öğrenip yaşadıkları takdirde, Deccâl’in büyüğü de ufakleri de Müslümanları aldatamayacaktır.
3. Dâbbetü’l-Arz
“Dâbbe”, yeme ve içmeye muhtaç olan varlıklara denir. Dâbbetü’l-arz, “yerden çıkacak canlı” demektir. Kıyâmetin büyük alâmetlerinden olan “Dâbbetü’l-Arz” ile ilgili Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulur:
“O söz başlarına geldiği (kıyâmet yahut azap yaklaştığı) zaman, onlara yerden bir dâbbe (canlı) çıkarırız da, bu onlara, bireylerin âyetlerimize kesin bir îman getirmemiş olduklarını söyler.” (en-Neml, 82) Allah Resûlü hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Üç şey mevcuttur ki onlar çıktığı vakit «önceden inanmayan yahut îmânıyla bir hayır kazanmayan kimseye, artık îmânı fayda vermez».[41] Bunlar; Güneş’in battığı yerden doğması, Deccâl ve Dâbbetü’l-Arz’dır.” (Müslim, Îman, 249; Ahmed, II, 445)
“Dâbbetü’l-Arz, bununla birlikte Hazret-i Süleyman’ın mührü ve Hazret-i Mûsâ’nın asâsı olduğu hâlde çıkar. Mü’minin yüzünü asâ ile parlatır ve kâfirin burnunu mühürle damgalar. Bunun bunun yanında, sofra ehli toplanınca biri diğerine (yüzündeki göz alıcılıktan dolayı) «Ey mü’min!» der, diğeri de (öbürüne, burnundaki mühür damgası sebebiyle) «Ey kâfir!» der. (Yani mü’min de kâfir de yüzünden tanınır.)” (Tirmizî, Tefsîr, 27/3187; İbn-i Mâce, Fiten, 31)
“Ortaya çıkış itibâriyle kıyâmet(in büyük) alâmetlerinin ilki, Güneş’in battığı yerden doğması ve kuşluk vakti insanlara Dâbbetü’l-Arz’ın çıkmasıdır. Bunlardan hangisi önce çıkarsa, diğeri de hemen onun peşinde ve yakındır.” (Müslim, Fiten, 118; Ebû Dâvûd, Melâhim, 12)
Dâbbetü’l-Arz, yerden çıkacak bir canlıdır. Ama bunun nasıl bir canlı olduğu, sahih hadislerde açıklanmamıştır. Konuşarak insanları îkaz edeceği anlaşılmaktadır. Emr-i bi’l-mârûf ve nehy-i ani’l-münker’in terk edildiği bir zamanda ortaya çıkacağı ve İslâm’dan başka bütün dinlerin bâtıl olduğunu îlân edeceği nakledilmektedir. Ayrıca bu hâdise, inkâr edenlere, Allah Teâlâ’nın ölüleri nasıl dirilttiğini de açıkça göstermiş olacaktır.
Dâbbe, inkârcılara kıyâmetin yaklaştığını haber verecektir. Allah Teâlâ bu canlıyı konuşturarak, kâfirleri rezil rüsvâ edecektir. Çünkü onlar, en fasih lisân ile konuşan ve insanlığın en şereflisi olan Peygamber Efendimiz’in getirdiği en beliğ kelâmı, yani Kur’ân-ı Kerîm’i kabul etmekten yüz çevirmiş bedbahtlardır. Cenâb-ı Hak da onlara değişik bir canlının lisânından, onların anlayacağı üslûpla hakîkatleri bildirecektir. Kâfirlerin bundan sonra îman etmeleri, artık onlara fayda vermeyecektir.
4. Güneş’in Batıdan Doğması
Güneş’in batıdan doğması, kıyâmetin en büyük alâmetlerinden biridir. Gök cisimleri, kâinat yaratıldığı günden bu yana çok ince ve hassas bir nizam içinde seyirlerine devam etmektedir. Nitekim Cenâb-ı Hak da şöyle buyurmaktadır:
“Güneş ve Ay bir hesâba göre (hareket etmekte)dir.” (er-Rahmân, 5)
Hakîkaten Güneş ve Ay, ilâhî kudret ve azametin tecellîleri olarak semâda dönen iki hassas takvimdir. Bütün insanlık, o iki takvime göre zamanlarıni tanzim ediyor. Öyle hassas bir takvim ki, bir saniye bile şaşmıyor, en ufak bir takdim-tehir yok.
Oysa günümüzün en ileri teknolojisiyle yapılan bir makine bile, bir müddet sonra eskiyor, ârızalanıyor, neticede kullanılmaz hâle geliyor. Nasıl bir ilâhî azamet tecellîsidir ki Güneş ve Ay, yaratıldıkları andan şimdiye kadar saniye bile şaşmadan, kendilerine çizilen rotadan kıl kadar ayrılmadan seyr ü seferine devam etmekte. Üstelik bu ince nizam, yalnızca Güneş ve Ay’a mahsus da değil. Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede soruyor:
“O ki, birbiriyle âhenktar yedi göğü yaratmıştır. Rahmân olan Allâh’ın yaratışında hiçbir uygunsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun?” (el-Mülk, 3)
“Sonra gözünü, tekrar tekrar çevir bak; göz (aradığı bozukluğu bulmaktan) âciz ve bitkin hâlde sana dönecektir.” (el-Mülk, 4)
Kâinâtın yaratıcısı ve sahibi olan Allah Teâlâ, insanlığın dünya yaşamına son vermeyi murâd ettiği zaman, yaratıp kurduğu bu hassas nizâmı, yine kendi irâde ve hesâbı dâhilinde bozacaktır. İşte o zaman Güneş batıdan dünyaya gelecek, bunu gören insanlar Dünya’nın sonu geldiğini kesinlikle anlayacaklardır. Lakin artık tevbe kapısı kapanmış bulunacağından, bu idrâk edişin kendilerine hiçbir faydası dokunmayacak; iş işten geçmiş, fırsat elden kaçmış olacaktır. Resûlullah hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Güneş batıdan doğuncaya kadar kıyâmet kopmaz. Güneş batıdan doğduğu zaman, insanlar onu görür ve hepsi toptan îmân ederler. İşte bu vakit, şu âyet-i kerîmede bildirilen vakittir:
«…Rabbinin bazı alâmetleri geldiği gün, önceden inanmamış yahut îmânında bir hayır kazanmamış olan kimseye artık îmânı bir fayda sağlamaz.» (el-En‘âm, 158)” (Buhârî, Rikāk, 40; Ahmed, II, 369)[42]
“Güneş batıdan doğmadan önce kim tevbe ederse, Allah onun tevbesini kabul eder.” (Müslim, Zikir, 43)
“Azîz ve celîl olan Allah, gündüz günah işleyenin tevbesini kabul etmek için gece rahmet kapısını açık tutar; gece günah işleyenin tevbesini kabul etmek için gündüz rahmet kapısını açık tutar. Bu hâl, Güneş batıdan doğuncaya kadar böylece devam eder.” (Müslim, Tevbe, 31)
Demek ki her şeyin kıymeti, zamanında yapılmasına bağlı. Mâdem ki kıyâmet bir gün muhakkak kopacak ve herkes dünya çapında yapıp ettiklerinden dolayı âhirette mutlakâ hesâba çekilecek, o hâlde yapmamız gereken şey bellidir: O da, hayat devam ederken günahlardan uzaklaşıp içtenyetle tevbe etmek, îmâna sımsıkı sarılmak ve sâlih amellerle, hayır-hasenât ile îmânımızı tahkim ederek onu âdeta yıkılmaz bir kale gibi sağlam hâle getirmektir.
5. Hz. Îsâ’nın (a.s.) Yeryüzüne İnişi
Hazret-i Îsâ (a.s.), İsrâiloğulları’na peygamber olarak gönderilmiştir. Allâh’ın kudretinin bir eseri olarak babasız hâlde dünyaya gelmiş ve kendisine bir çok mûcize verilmiştir. İsrâiloğulları önce onu yalancılıkla ithâm etmişler, sonra çarmıha germek istemişler, fakat Allah Teâlâ onu kurtararak kendi katına yükseltmiştir.
Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmelerde şöyle buyurur:
“Ve «Allâh’ın elçisi Meryem oğlu Îsâ’yı öldürdük» demeleri yüzünden (İsrâiloğulları’nı lânetledik). Hâlbuki onu ne öldürdüler ne de astılar. Lakin (öldürdükleri) onlara Îsâ gibi gösterildi. Onun ile ilgili ihtilâfa düşenler, bundan dolayı tam bir kararsızlık içindedirler. Bu hususta zanna uymak dışında hiçbir (sağlam) bilgileri yoktur ve kesinlikle onu öldürmediler. Bilâkis Allah onu (Îsâ’yı) kendi nezdine kaldırmıştır. Allah izzet ve hikmet sahibidir.” (en-Nisâ, 157-158)
“Allah buyurmuştu ki: «Ey Îsâ! Seni vefât ettireceğim, seni nezdime yükselteceğim, seni inkâr edenlerden arındıracağım ve sana uyanları kıyâmete kadar kâfirlerden üstün kılacağım. Sonra dönüşünüz Bana olacak. İşte o zaman, ayrılığa düştüğünüz şeyler ile ilgili aranızda Ben hükmedeceğim.»” (Âl-i İmrân, 55)
İslâm âlimleri bu âyetler ışığında Hazret-i Îsâ’nın semâya yükseltildiğinde ittifak etmişlerdir. Lakin bu yükseltilmenin yalnızca ruhla mı, yoksa ruh ve beden birlikte hâlde mi olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir.
Kur’ân-ı Kerîm’de Hazret-i Îsâ’nın yeryüzüne ineceğine işaret eden âyetler mevcuttur. Yukarıda zikrettiklerimize ilâveten, bu âyet-i kerîmelerde de şöyle buyrulmaktadır:
“Ehl-i kitaptan her biri, ölümünden önce ona muhakkak îmân edecektir. Kıyâmet gününde de o, onlara şahit olacaktır.” (en-Nisâ, 159)
“Şüphesiz ki o (Îsâ -aleyhisselâm-), kıyâmetin (ne zaman kopacağının) bilgisidir. Ondan hiç şüphe etmeyin ve Bana uyun; çünkü bu, dosdoğru yoldur.” (ez-Zuhruf, 61) Resûlullah hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Nefsim kudret elinde olan Allâh’a yemin ederim ki, Meryem oğlu Hazret-i Îsâ’nın adâlet sahibi olarak inmesi yakındır. O inecek, haçı kıracak (Hristiyanlığın hükümsüz olduğunu îlân edecek), domuzu öldürecek,[43] cizyeyi kaldıracak (din olarak yalnızca İslâm kalacak). O zaman mal o kadar çoğalacak ki, kendisine (zekât veya sadaka) verilmek istenen kimse onu kabul etmeyecek.” (Buhârî, Büyû‘ 102, Mezâlim 31, Enbiyâ 49; Müslim, Îman 242, 243, 247, Hac 216, Fiten 34, 39, 110)[44]
“Ümmetimden bir grup, hak için muzaffer biçimde mücadeleye kıyâmet gününe kadar sürecektir. O zaman Meryem oğlu Hazret-i Îsâ da iner. Müslümanların idarecisi;
«–Gel bize namaz kıldır!» der. Lakin Hazret-i Îsâ;
«–Hayır!» der. «Allâh’ın bu ümmete bir ikrâmı olarak siz birbirinize emîrsiniz!» (buyurur).” (Müslim, Îmân, 247)
Hazret-i Îsâ’nın (a.s.) yeryüzüne ineceğine ve İslâmî hükümleri tatbik edeceğine dair, daha birden fazla hadîs-i şerîf bulunmaktadır.[45]
Resûlullah’ın son peygamber olması, O’ndan sonra bir peygamber gelmemesi hakîkati ile Hazret-i Îsâ’nın (a.s.) nüzûlü içinde bir tenâkuz yoktur. Zira Hazret-i Îsâ (a.s.) Cenâb-ı Hakk’ın yeni emirlerini tebliğ etmek üzere gelen bir peygamber olarak değil, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in getirdiği dîni yaşayan ve tatbik eden “âdil bir hakem” sıfatıyla yeryüzüne inecektir.
Kaynaklarda, kıyâmete yakın bir vakitte Yahudîlerin Müslümanlarla savaşacağından da bahsedilmektedir. Bunun Hazret-i Îsâ’nın (a.s.) nüzûlünden sonra bulunacağı kaydedilmektedir. Resûlullah şöyle buyurmuşlardır:
“Mutlakâ Yahudîlerle savaşacak ve onları öldüreceksiniz. Hattâ bir kaya bile:
«‒Ey Müslüman, işte bir Yahudî! Arkamda saklanıyor; gel, onu öldür!» diyecek.” (Müslim, Fiten, 79-82)
Yani o gün, Yahudîlerin arkasına gizlendiği her şeyi Allah Teâlâ konuşturacak. Diğer rivâyetlerde de şöyle buyrulmaktadır:
“Yahudîler sizinle savaşacak ve siz onlara gâlip kılınacaksınız…” (Müslim, Fiten, 81)
“Müslümanlarla Yahudîler savaşıp, Müslümanlar onları öldürmedikçe kıyâmet kopmaz! Hattâ bir Yahudî bir taşın ve ağacın ardına saklanır; ağaç yahut taş:
«‒Ey Müslüman, ey Allâh’ın kulu! İşte bir Yahudî! Arkamda saklanıyor, gel ve onu öldür!» der. Lakin Ğarkad ağacı hâriç. Çünkü o, Yahudîlerin ağaçlarındandır.” (Müslim, Fiten, 82. Bkz. Buhârî, Cihâd 94, Menâkıb 25)
Hazret-i Îsâ’nın (a.s.) asıl hedefi, Deccâl ve onun fanatikleridır. Deccâl’in Yahudî asıllı olması sebebiyle onu en fazla Yahudîler destekleyecek, bundan dolayı de Hazret-i Îsâ’nın (a.s.) hışmına uğrayacak ve yeryüzünden silinip gideceklerdir. Bu da göstermektedir ki Yahudî-Müslüman mücadelesi o zamana kadar devam edip gidecektir.
6. Ye’cûc ve Me’cûc
Deccâl’den sonra belki de en büyük fitne, “Ye’cûc ve Me’cûc” fitnesidir. Kur’ân-ı Kerîm’de iki yerde Ye’cûc ve Me’cûc kavminden söz edilmektedir:
Biri; bozgunculuk yapan Ye’cûc ve Me’cûc kavminin Hazret-i Zülkarneyn’e şikâyet edilmesi, onun da bu zorbaların bulunduğu yeri demir kütleleriyle tıkayarak bir daha dışarı çıkamayacak biçimde önlerine bir set yapması hâdisesidir.[46]
Diğeri ise, Ye’cûc ve Me’cûc kavminin önündeki seddin açılıp her tepeden akın etmelerini bildiren şu âyet-i kerîmelerdir:
“Ye’cûc ve Me’cûc (sedleri yıkılıp önleri) açıldığı zaman, her dere ve tepeden boşanırlar.” (el-Enbiyâ, 96)
“Ve gerçek vaad (ölüm, kıyâmet) yaklaştığında, inkâr edenlerin gözleri açılıp donakalır: «Eyvah bize! Bundan önce gaflet içindeydik, hem de zâlimdik.» (derler.)” (el-Enbiyâ, 97)
Bu iki kabîle, yeryüzüne dağılacak ve bir süre yeryüzünde bozgunculuk yapacaklardır. Mü’minlerin annesi Zeyneb bint-i Cahş’ın anlattığına göre, Nebî, bir gün korkudan titreyerek onun yanına girdi ve:
“–Allah’tan başka ilâh yoktur. Yaklaşan şerden dolayı vay Arab’ın hâline! Bugün Ye’cûc ve Me’cûc’ün seddinden şu kadar yer açıldı!” buyurdular ve başparmağı ile şehâdet parmağını birleştirerek halka yaptılar. Bunun üzerine Zeyneb Vâlidemiz:
“–Ey Allâh’ın Resûlü! İçimizde iyiler de olduğu hâlde helâk olur muyuz?” diye sordu. Resûl-i Ekrem Efendimiz:
“–Kötülük ve günahlar çoğaldığı vakit, evet!” buyurdular. (Buhârî, Fiten 4, 28; Müslim, Fiten, 1)[47]
Bu hadîs-i şerîfin şerhlerine bakıldığında; “günahlar çoğaldığında vukū bulacak helâk”in yalnızca Ye’cûc ve Me’cûc zamanına has olmayıp umûmî bir hüküm olduğu, bundan dolayı kötülüklerin arttığı her zaman için geçerli bulunduğu anlaşılmaktadır. Allah Resûlü şöyle buyurmuşlardır:
“(Hazret-i Îsâ, Deccâl’i öldürdükten sonra) Allah Teâlâ, Hazret-i Îsâ’ya vahyederek; «Kimsenin öldüremeyeceği kullar yarattım; diğer kullarımı toplayıp Tûr’a götür!» buyurur.
Allah Teâlâ, Ye’cûc ve Me’cûc’ü yeryüzüne gönderir. Onlar tepelerden süratle inip giderler. Öncüleri Taberiye Gölü’ne varıp gölün bütün suyunu içer. Arkadan gelenler oraya vardıklarında; «Bir zamanlar burada çok su varmış.» derler.
Hazret-i Îsâ ile yanında bulunan mü’minler, Tûr Dağı’nda mahsur kalırlar. Onlardan her biri için bir öküz başı, sizin bugünkü paranızla yüz altından daha kıymetli olur. Hazret-i Îsâ ile yanındaki mü’minler, bu belâdan kendilerini kurtarması için Allah Teâlâ’ya yalvarırlar. Allah Teâlâ da Ye’cûc ve Me’cûc’ün enselerine kurtçuklar musallat eder; hepsi bir anda ölüp giderler.
Ardından Hazret-i Îsâ ile mü’minler Tûr Dağı’ndan inerler. Ye’cûc ve Me’cûc’ün kokmuş cesetlerinin olmadığı bir karış yer bulamazlar. Hazret-i Îsâ ile yanındaki mü’minler, bu belâdan da kendilerini kurtarması için Allah Teâlâ’ya yalvarırlar. Allah Teâlâ, deve boyunları gibi iri kuşlar gönderir. Bu kuşlar, onların kokmuş cesetlerini alarak Cenâb-ı Hakk’ın dilediği yere götürüp atarlar.
Sonra Allah Teâlâ, hiçbir evin ve çadırın engel olamayacağı bol bir yağmur gönderir. Bu yağmur yeryüzünü ayna gibi pırıl pırıl temizler. Daha sonra yeryüzüne; «Meyveni bitir, bereketini getir.» diye emredilir. O gün bir grup insan, tek bir nar ile doyar, kabuğuyla da gölgelenir. Otlamaya gönderilen hayvanların sütü de bereketlenir. Bir devenin sütü kalabalık bir grubu, bir ineğin sütü bir kabîleyi, bir koyunun sütü bir cemaati doyurur.[48]
Onlar böyle yaşayıp giderken Allah Teâlâ tatlı bir rüzgâr gönderir. Bu rüzgâr onları koltuk altlarından sarmalayıp her mü’min ve müslimin rûhunu alıp götürür. Yeryüzünde bireylerin en fenaları kalır. Onlar merkepler gibi birbiriyle tepişip herkesin gözü önünde cinsî münâsebette bulunurlar ve kıyâmet onların üzerine kopuverir.” (Müslim, Fiten, 110)[49]
7. Doğuda,
8. Batıda ve
9. Arap Yarımadası’nda Yer Batması
Resûl-i EkremEfendimiz, on büyük alâmet zuhûr etmedikçe kıyâmetin kopmayacağını haber verdiği hadîs-i şerîflerinde,[50] doğuda, batıda ve Arap Yarımadası’nda yaşanacak yer batmalarının, bu alâmetlerin üçü olduğunu beyan buyurmuşlardır.
Nasıl ki kıyâmetin büyük alâmetlerinden önce, onların öncüsü ve habercisi sayılan birtakım ufak alâmetler görülmektedirsa, şimdiye kadar tabi ki bir çok yer batması hâdisesi de yaşanmıştır. Lakin Resûlullah’ın, kıyâmetin büyük alâmetleri içinde zikrettiği yer batmalarının, bunlardan çok daha büyük ve dehşet verici bulunacağı ifâde edilmektedir.
10. Yemen yahut Hicaz’dan Ateş Çıkması
Kıyâmete yakın bir zamanda Yemen taraflarında yahut Hicaz’da büyük bir ateş ortaya çıkacak ve her tarafı aydınlatacaktır. Resûlullah şöyle buyurmuşlardır:
“Hicaz bölgesinden bir ateş çıkmadıkça kıyâmet kopmaz. Bu ateş Busrâ’daki develerin boyunlarını aydınlatacaktır.”(Buhârî, Fiten, 24; Müslim, Fiten, 42) Yine Efendimiz:
“–Kıyâmetten önce, Hadramevt’ten -yahut Hadramevt denizinden- bir ateş çıkacak, insanları toplayacak.” buyurmuşlardı. (Orada bulunanlar:)
“–Ey Allâh’ın Resûlü! (O güne ulaşırsak) ne yapmamızı emredersiniz?” diye sordular.
“–Size Şam’ı (yani Suriye’ye gitmenizi) tavsiye ederim.” buyurdular. (Tirmizî, Fiten, 42)
Hicaz bölgesinden çıkacak büyük bir ateş, Suriye’den görülecektir. Bu da kıyâmetin büyük alâmetlerinden biridir.
Dipnotlar:
[1] Nitekim buna benzer hâller, komünizmin ağır baskıları altında kalan Orta Asya’da, bilhassa Çin ve Rusya’da senelerce yaşanmıştır. [2] Müslim, Fiten, 110. Ayrıca bkz. Tirmizî, Fiten, 59; İbn-i Mâce, Fiten, 33. [3] Bkz. el-Kıyâme, 36. [4] Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye fî İlmi’r-Rivâye, el-Medînetü’l-Münevvere, el-Mektebetü’l-İlmiyye, s. 121. [5] Ayrıca bkz. Tirmizî, Fiten 30, Zühd 3; İbn-i Mâce, İkāme, 78; Ahmed, II, 303, 372, 523. [6] Ayrıca bkz. Müslim, Îman, 186; Tirmizî, Fiten, 30/2196. [7] Ayrıca bkz. Dârimî, Rikāk, 11. [8] Ayrıca bkz. Ahmed, II, 361. [9] Ayrıca bkz. Nesâî, Zekât, 81; İbn-i Mâce, Fiten, 18. [10] Ayrıca bkz. Ahmed, III, 317. [11] Ayrıca bkz. İbn-i Mâce, Fiten, 25. [12] Ayrıca bkz. Ebû Dâvûd, Melâhim, 13; Tirmizî, Sıfatü’l-Cenne, 26. [13] Müslim, Zekât, 62. [14] Ayrıca bkz. Buhârî, Îmân, 37; Tirmizî, Îmân, 4; Ebû Dâvûd, Sünnet, 16; Nesâî, Mevâkît, 6; İbn-i Mâce, Mukaddime, 9. [15] Ebû Dâvûd’un bir rivâyetinde “buharı” şeklinde geçmektedir. [16] Ayrıca bkz. Nesâî, Büyû’, 2/4452; İbn-i Mâce, Ticârât, 58; Ahmed, IV, 494; Beyhakî, Sünen, IV, 275. [17] Bkz. Tirmizî, Fiten, 38/2210. [18] Tirmizî, Fiten, 38/2211. [19] Ayrıca bkz. M. Yaşar Kandemir, Şifâ-i Şerîf Şerhi, II, 159. [20] ed-Duhân, 10. [21] Buhârî, İstiskā, 13, Tefsîr, 30, 44/2. Krş. Müslim, Münâfikûn, 39, 40; Ahmed, I, 431, 441. [22] Bkz. Metin Yurdagür, “Duhân”, Diyânet İslâm Ansiklopedisi, IX, 547. [23] Ayrıca bkz. Tirmizî, Fiten, 59; İbn-i Mâce, Fiten, 33. [24] Ayrıca bkz. Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, IV, 19-21. [25] Tirmizî, Zühd, 3; İbn-i Mâce, Fiten, 33. [26] Buhârî, Fiten, 25; Müslim, Fiten, 84. [27] Burada şu hususu da söylemekte yarar var ki, kıyâmet nasıl bütün Dünya için fevkalâde bir durumsa, kıyâmetin habercileri olan alâmetlerin de fevkalâde yanlarının bulunması gayet tabiîdir. Dolayısıyla kıyâmete yakın, bugünkü tahayyül ve tasavvurların üzerinde olan birtakım hâdiselerin yaşanacak olmasına şaşırmamak gerekir. Nitekim bundan kırk-elli sene önce tahmin bile edilemeyen şeylerin, ilim ve teknikteki bi hayli hızlı ilerlemeyle bugün olabilecek hâle gelmiş olduğu ortadadır. Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerde haber verilen kıyâmet haberleri de vakti gelince mutlakâ yaşanacaktir. Zira Cenâb-ı Hak için hiçbir kuvvetlik yoktur. [28] Ayrıca bkz. Buhârî, Fedâilü’l-Medîne 9, 26, 27, Tevhîd 31; İbn-i Mâce, Fiten, 33. [29] Ayrıca bkz. Tirmizî, Menâkıb, 69; İbn-i Mâce, Fiten, 33. [30] Hazret-i Îsâ’ya Mesîh denildiği gibi Deccâl’e de Mesîh (Mesîhü’d-Deccâl) denilmektedir. Mesîh, silmek mânâsına gelen “mesh” kelimesinden türemiştir. Deccâl’in bu isimle de anılması, kendisinden hayrın silinip alınması yahut bir gözünün, hiç yokmuş gibi tamamen silinmesi sebebiyledir. Zira Deccâl’in yüzünün bir tarafı tamamen dümdüz, bundan dolayı bir gözü kördür… (Bkz. Buhârî, Ta’bîr 11, 33) Deccâl’e çok seyahat etmesi, mesafeleri silip süpürmesi sebebiyle Mesîh dendiği de söylenmiştir. Hazret-i Îsâ’ya “Mesîh” denilmesi ise, onun mübârek elini hastalara sürerek (meshederek) iyileştirmesi sebebiyledir. Allah Teâlâ’nın bir Mesîh’i diğer bir Mesîh ile yok etmesi ne kadar mânidardır. “Biz, hakkı bâtılın tepesine bindiririz deo, bâtılın işini bitirir…” (el-Enbiyâ, 18) âyet-i kerîmesi, Deccâl’in de aralarında bulunduğu bütün bâtıl ehlinin âkıbetini dile getirmektedir. [31] Ayrıca bkz. Buhârî, Fiten 27. [32] Ayrıca bkz. Ebû Dâvûd, Melâhim 14, Sünnet 25-26; Tirmizî, Fiten 56, 62; İbn-i Mâce, Fiten, 33. [33] Ayrıca bkz. Tirmizî, Fiten, 60. [34] Bkz. Buhârî, Fiten, 26; Ebû Dâvûd, Melâhim, 14. [35] Bkz. Müslim, Fiten, 110. [36] Bkz. Buhârî, Fiten, 25; Müslim, Fiten, 84. [37] Bkz. Müslim, Fiten, 90. [38] Bkz. Yaşar Kandemir, İsmail Lütfi Çakan, Raşit Küçük, Riyâzü’s-Sâlihîn Tercüme ve Şerhi, İstanbul: Kampanya Kitapları, 1434/2013, VII, 536-578. [39] Hadîsin tam metni için bkz. sf. 211-213. [40] Hadîsin tam metni için bkz. sf. 211-213. [41] el-En‘âm, 158. [42] Ayrıca bkz. Müslim, Fiten 140, Îman 248. [43] Hazret-i Îsâ domuz eti yemeyi o kadar şiddetle yasaklar ki bunun özenini göstermek maksadıyla domuzların yok edilmesini emreder. Bu emirde Hazret-i Îsâ’nın yolu üzere olduklarını iddia ettikleri hâlde domuz eti yemeyi helâl sayan ve onu aşırı biçimde seven hristiyanları azarlama da söz konusudur. Yine Hazret-i Îsâ’nın bu emrinde, Hıristiyanların tâzim gösterdikleri sembolleri ortadan kaldırarak, tahrif edilmiş Hıristiyanlığı iptal etmesine de işaret mevcuttur. [44] Ayrıca bkz. Ebû Dâvûd, Melâhim 12, 14 (4324); Tirmizî, Fiten 21, 54, 59, 62. [45] Muhammed Enverşâh el-Keşmîrî (ö. 1352/1933) bunlardan yetmiş beşi Resûlullâh’ın sözü, yani merfû hadis olmak üzere 101 rivâyeti derlediği eserine et-Tasrîh bimâ Tevâtere fî Nüzûli’l-Mesîh (Halep 1385/1965) adını vermiştir. [46] Bkz. el-Kehf, 94-98. [47] Ayrıca bkz. Buhârî, Enbiyâ 7, Menâkıb 25; Ebû Dâvûd, Fiten, 1; Tirmizî, Fiten, 23; İbn-i Mâce, Fiten, 9. [48] Cenâb-ı Hakk’ın, bu önünde durulmaz barbarları, enselerine kurtçuklar musallat ederek bir anda mahvetmesi, ardından yeryüzünü âdeta yeniden ihyâ ederek yaşamaveyaha uygun hâle getirmesi, kuşkusuz ki Âlemlerin Rabbi’nin sonsuz kudret ve azametinin ayrı bir nişânesidir. [49] Ayrıca bkz. Tirmizî, Fiten, 59; İbn-i Mâce, Fiten, 33. [50] Hadîs-i şerîfin metni için bkz. sf. 206.Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Ebediyet Yolculuğu, Erkam Yayınları
Kaynak: https://www.islamveihsan.com/