Âl-i İmrân Suresi 146. Ayet Meali, Arapça Yazılışı, Anlamı ve Tefsiri

Âl-i İmrân Suresi 146. Ayet Meali, Arapça Yazılışı, Anlamı ve Tefsiri
Bu paylaşımımızda siz kıymetli okurlarımız için Kuran Meali ve Tefsiri ile alakalı bilgiler sunmaya çalıştık. Kuran Meali ve Tefsiri başlıklı konumuzu dikkatli okumanızı öneririz. Yazımızın detayın Kuran Meali ve Tefsiri ile alakalı geniş bir şekilde bilgilere sahip olacaksınız.
Âl-i İmrân Suresi 146. ayeti ne anlatıyor? Âl-i İmrân Suresi 146. ayetinin meali, Arapçası, anlamı ve tefsiri…
Âl-i İmrân Suresi 146. Ayetinin Arapçası:
وَكَاَيِّنْ مِنْ نَبِيٍّ قَاتَلَۙ مَعَهُ رِبِّيُّونَ كَث۪يرٌۚ فَمَا وَهَنُوا لِمَٓا اَصَابَهُمْ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَمَا ضَعُفُوا وَمَا اسْتَكَانُواۜ وَاللّٰهُ يُحِبُّ الصَّابِر۪ينَ
Âl-i İmrân Suresi 146. Ayetinin Meali (Anlamı):
Nice peygamberler gelip geçti ki, kendilerini Allah’a adamış birden fazla kimse onlarla birlikte savaştılar. Onlar, Allah yolunda başlarına gelen sıkıntılardan dolayı gevşemediler, zaafa düşmediler ve düşmana boyun eğmediler. Allah, sabredenleri sever.
Âl-i İmrân Suresi 146. Ayetinin Tefsiri:
Cenâb-ı
Hak, bu âyet-i kerîmelerde, menfi durumlar karşısında irade zaafına uğrayan
mü’minlerin, azimlerini toplayarak mücadeleye devamlarını sağlamak maksadıyla önceki
peygamberlerin ashâbının hallerinden örnekler vermektedir. müslümanlardan,
peygamberlerinin yanında yılmadan usanmadan savaşan, hiçbir zafiyet ve
gevşeklik göstermeyen, bilakis sabır ve sebat gösteren bu kimseler gibi
olmalarını istemektedir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, IV, 155-156)[1]
146.
âyette geçen رِبِّيُّونَ (ribbiyyûn) kelimesi,
“rabbânî” gibi “Rabbe kulluk eden” demektir. Rabbânî, terbiyeci demek olan
“rabbe”den gelir. “Ribbî” de cemaat demek olan “ribbe” kelimesinden gelip
“cemaat, toplum” anlamında kullanılmıştır. Bunlardan başka “evvelûn” yani
öncekiler mânasına da gelir. “Rabbânî” ile “ribbî” içinde şöyle bir mâna
farkı mevcuttur: Rabbânî, veli imamlar, ribbî de halkdır. Buna göre rabbânî ve
ribbî ikisi de “Yüce Rabbe bağlı” mânasını içermekle birlikte, “ribbî” ribbe
bağlanmakla terbiye ve öğrenim görmüş topluluk; “rabbânî” de rabbe bağlanmakla
diğerlerine öğretim ve eğitim yaptırabilecek yüksek düzeyde bulunanlar diye
ayırım yapılması en uygun mâna olacaktır. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
IV, 156; Elmalılı, Hak Dini, II, 1197)
Burada
söz konusu bireylerde olmayan menfi vasıflar zikredilirken, “vehn” ve “za’f”
sözcükleri birlikte zikredilmiştir. Halbuki bunlar mâna cihetiyle birbirlerine
bi hayli yakındır. Lakin bunların peşpeşe zikredilmelerinde bir hikmet ve
incelik bulunmaktadır: اَلْوَهْنُ (vehn), bir ameli
yapmaya ve bir işe girişmeye karşı gücün bi hayli az olmasıdır. اَلضَّعْفُ (za‘f) ise bedendeki kuvvetin zıddı, yani
kuvvetin olmayışı mânasındadır. Vehn, azimete daha yakındır. Za’f ise,
mukavemet esnasında gevşeklik göstermek ve teslim olmak demektir. اَلْإسْتِكَانَةُ (istikâne), boyun bükmek ve alçalmak mânasındadır.
Savaş esnasında azimet kaybolup azalar gevşeyince düşmana boyun eğmekten başka
çare kalmaz. (İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, IV, 118-119)
İşte
peygamberlere tabi olan bireylerin durumu böyle olunca, ilim ehli ve hakikat tabilerine
gereken, hiçbir engelin, hiçbir çilenin onları kudretsizliğe, kuvvetsizliğe,
gevşekliğe ve zillete düşürmemesidir. Nitekim Peygamber Efendimiz hep böyle
davranmış, ashâbını da sabırlı ve metanetli olmaya teşvik etmiştir.
Habbâb
bin Eret (r.a.) anlatıyor:
“Resûlullah
(s.a.s.) Kâbe’nin gölgesinde bir bürdeyi yastık yapmış uzanırken yanına geldim.
O zaman müşriklerden büyük işkenceler görüyorduk. Allah Resûlü’ne:
«–
Bize yardım etmeyecek misin, bizim için Allah’a yalvarmayacak mısın?» diye
şikâyette bulunduk. Efendimiz mübârek yüzü kızarmış olarak kalkıp oturdu ve
şöyle buyurdu:
«– Sizden önce öyleleri vardı ki kişi yakalanıyor, önceden
hazırlanan çukura gömülüyor, sonra getirilen bir testereyle başının ortasından
ikiye bölünüyordu. Lakin bu yapılanlar onu dîninden aslâ döndüremiyordu. Yine
öyleleri vardı ki demir taraklarla taranıyor, kemiklerinin üzerinde et ve
sinirlerden başka bir şey kalmıyordu. Lakin bu yapılanlar da onu dîninden aslâ
döndüremiyordu. Yemin ederim ki Allah bu dini tamamlayacaktır. Öyleki bir yolcu
devesine binecek, San’â’dan kalkıp Hadramevt’e kadar gidecek de Allah’tan başka
hiçbir şeyden korkmayacak. Koyunu için de Sadece kurttan korkacak. Lakin siz
acele ediyorsunuz.»” (Buhârî, Menâkıb 25; Menâkıbu’l- Ensâr 29)
Peygamberlerin
yanlarında getirdikleri bu ilim ve fazilet sahibi bireylerin, en zor şartlarda bile
gönülleri ve bedenleriyle azimet, gayret, fedakârlık, sabır ve metanet içinde
oldukları gibi, dilleriyle de Yüce Rablerine daimî bir niyaz halinde
bulundukları haber verilmektedir. Hiç menfi bir şey söylememekte,
sızlanmamakta; bilakis sürekli olarak dua hâlinde yegâne kuvvet ve kudret sahibi
Allah’a iltica ve niyâz etmektedirler. Nefislerinin zararından, bilmeden
işledikleri günahların tehlikesinden ve herhangi bir hususta Allah’ın emrinin
dışına çıkmaktan yine Allah’a sığınmakta ve af talep etmektedirler: “Rabbimiz!
Günahlarımızı ve işlerimizde gösterdiğimiz taşkınlıkları bağışla, ayaklarımızı
sâbit kıl! Şu kâfirler topluluğuna karşı bize yardım ve zafer ihsan eyle!” (Âl-i
İmrân 3/147)
Görüldüğü
üzere başlarına gelen musibetler, onların gönlünde Allah’ın yardım va‘dinin
doğruluğu hususunda bir tereddüde neden olmamaktadır. Bilakis onlar, bu tür
iptilaların birer imtihan vesilesi olduğu ve bir hikmeti bulunduğu şuuru
içindedirler. Diğer taraftan başlarına gelen bu iptilaların, Allah’ın dinine
yardımda eksik davranmalarına yahut sorumluluk emanetini tam anlamıyla yerine
getirmede kusurlu olmalarına bir ceza olduğunu da düşünmüş olabilirler. Bu
nedenle, musibetin gelişi sırasında günahlarının bağışlanmasını istemişler, sonra
da Allah’tan yardım talebinde bulunmuşlardır. Allah Teâlâ da onlar ve onlar
gibi olanların dualarına hemen icâbet etmekte ve onlara hem dünya hem de âhiretin
hayrını ve güzelliklerini bağışlamaktadır. Dünya hayrı, dünya çapında kazanılan
zaferler ve ganimetlerdir. Âhiret hayrı ise, orada elde edilecek hayırlı akıbet
yani cennet ve Allah’ın rızâsıdır.
Bu
nimetlere ulaşmanın birinci şartı, kâfirlere itaattan uzak durup gerçek dost ve
kolaylık sağlayan Allah’a yönelmektir:
[1] 146. âyette geçen
“savaştı” mânasına gelen قَاتَلَ(kâtele) fiili
mechûl olarak ve “öldürüldü” mânasında
قُوتِلَ
(kûtile) şeklinde de
okunmuştur. Bu kıraate göre cümlenin mânası şöyle olmaktadır: “Beraberlerinde,
kendilerini Allah’a adamış birden fazla kimse olduğu halde nice peygamberler öldürüldü.”
Nitekim Kur’ân-ı Kerîm, özellikle İsrâiloğulları’nın birden fazla peygamberi
öldürdüklerini haber vermektedir. (bk. Bakara 2/61, 91)
Âl-i İmrân Suresi tefsiri için tıklayınız…
Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
Âl-i İmrân Suresi 146. ayetinin meal karşı karşıya geldirması ve diğer ayetler için tıklayınız…
Kaynak: https://www.islamveihsan.com/