Kuran-ı Kerim

Bakara Suresi 170. Ayet Meali, Arapça Yazılışı, Anlamı ve Tefsiri

Bakara Suresi 170. Ayet Meali, Arapça Yazılışı, Anlamı ve Tefsiri

Bu paylaşımımızda siz kıymetli okurlarımız için Kuran Meali ve Tefsiri ile alakalı bilgiler sunmaya çalıştık. Kuran Meali ve Tefsiri başlıklı konumuzu dikkatli okumanızı öneririz. Yazımızın detayın Kuran Meali ve Tefsiri ile alakalı geniş bir şekilde bilgilere sahip olacaksınız.

Bakara Suresi 170. ayeti ne anlatıyor? Bakara Suresi 170. ayetinin meali, Arapçası, anlamı ve tefsiri…

Bakara Suresi 170. Ayetinin Arapçası:

وَاِذَا ق۪يلَ لَهُمُ اتَّبِعُوا مَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ قَالُوا بَلْ نَتَّبِعُ مَٓا اَلْفَيْنَا عَلَيْهِ اٰبَٓاءَنَاۜ اَوَلَوْ كَانَ اٰبَٓاؤُ۬هُمْ لَا يَعْقِلُونَ شَيْـًٔا وَلَا يَهْتَدُونَ

Bakara Suresi 170. Ayetinin Meali (Anlamı):

İnkârcılara: “Allah’ın indirdiğine uyun” dendiği zaman: “Hayır! Biz, atalarımızdan gördüğümüze ikazz” derler. Peki, ya ataları aklını kullanamayan ve doğru yolu bulamayan kimseler ise!

Bakara Suresi 170. Ayetinin Tefsiri:

Bu
âyet-i kerîmeler, Peygamberimiz’in yahudileri İslâm’a davet edip Allah’ın
azabından sakındırdığı vakit onlardan bazılarının: “Biz, babalarımızı hangi yol
üzere bulduysak ona ikazz. Çünkü onlar bizden daha âlim ve daha hayırlı
idiler” demeleri üzerine inmiştir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 107-108)
Lakin âyetler, bu biçimde davranan herkesi şumûlüne almaktadır.

Kur’an,
bireylerin şahsî telakkilerini ve atalarından gördükleri bir kısım İslâm’a
aykırı adet ve gelenekleri bir tarafa bırakıp kayıtsız şartsız Allah’ın
buyruklarına tabi olmalarını ister. Nefsânî bir yaşamı terk edip, Rahmânî bir
hayata yönlendirir. Körü körüne taklidi yasaklar ve reddeder. “Biz atalarımızın
yolunu takip eder, onlardan gördüğümüzü uygular, başka bir şey tanımayız”
şeklindeki, hiçbir akıl, mantık ve sağduyunun kabul etmeyeceği, sırf taklit,
inat ve ısrar kokan bâtıl düşünceleri kökünden söküp atar. Böyle bir ön kabulü,
kendisine akıl, zeka, ilim ve irfan verdiği kuluna yakıştıramaz. Ondan aklını,
tefekkür melekelerini ve hür iradesini çalıştırmasını ister. Atalarının akıllı
davranamadıklarını, doğruyu bulamadıklarını ve hidâyete eremediklerini yani
yanlış yolda olabileceklerini sorgulamasını talep eder. Günahıyla sevabıyla
kendinden ve kendi istikbalinden sorumlu olan birinin yapması gereken en doğru
hareket; hakla bâtılı, hayırla şerri, faydalıyla zararlıyı, iyiyle kötüyü
birbirinden ayırmaktır. Bunun için de ilâhî hükümleri ve doğru delilleri bilmek
lazımdır. Zira bir şeye uymak için, onun eskiliği yahut yeniliğine değil,
Allah’ın emrine uygun olup olmadığına bakmak gerekir.

Bu
gerçeği kavrayıp şuurlu bir biçimde hakka kulak vermeyen ve taklit yolunu tutup
inkâr çukurlarında kaybolan kâfirlerin durumunu devam eden âyet-i kerîme bir
hayvan sürüsüne benzetmektedir: Ortada kulakları dikkat çeken bir hayvan sürüsü
yer alıyor. Ama bu kulaklar, çobanın bağırış ve çağırıştan başka bir şey
işitmiyor. O hayvanlar duydukları kelimelerin mânasını ise hiç anlamıyorlar. İşte
kâfirlerin  hali de böyledir. Hayvanın, kendisine
seslenen çobanın sesini duyduğu halde ne dile getirdiğini anlamadığı gibi, kâfirler
de kendilerine açıklanan ayetleri, tebliğ ve davetleri duyar da bunların ihtiva
ettiği hakikatleri bir türlü anlamaz ve inkârlarından vazgeçemezler. Bir
taraftan yalnızca kuru gürültülere, mânasız konuşmalara kulak verirler; diğer
taraftan da haykırma kabilinden daha çok faydasız ve boş sözler sarfederler.
Kendileri için son derece yararlı olan Allah’ın buyruklarına kulak vermez, dini
mevzulara alaka duymazlar. Bu bakımdan onlar hayvandan da daha aşağı
düzeydedirler. Zira hayvanlar görür, işitir ve bağırırlar. Lakin kâfirler
manen sağır, dilsiz ve kördürler; ilâhî hakikatleri ne dinler, ne konuşur ne de
görürler. Bu nedenle akılları da dumura uğradığından, istenen biçimde
çalışamaz.

Hz.
Mevlânâ, inkâr ve günahlara dalmış bu tip kimselerin, gönül kapılarını İslâm’ın
güzelliklerine nasıl kapadıklarını şu misalle ne güzel dile getirir:

Adamın
biri, büyük bir şehre gelmişti. Çarşıyı gezerken güzel kokular satan attarların
sokağına saptı. Dükkanlardan gül, menekşe kokuları dalga dalga sokağa
dökülüyordu. Adam birkaç adım attı. Güzel kokular başını döndürmüştü. Fazla da­yanamadı,
düşüp bayıldı. Halk, bayılan adamın başına üşüşmüştü. Kimi kalbini yok­luyor,
bileklerini ovuyor, kimisi de gül suyu ile yüzünü yıkıyor­du. Ne yaptılarsa
adamı ayıltamamışlardı. Ferahlatıcı kokular, gülsuları boşuna harcanmış, adam
bir türlü kendine geleme­mişti. Baygınlığı daha çok artmıştı. Çaresiz kaldılar.
Etrafa haber salarak akrabalarını arattılar. Hiç kimse adama sahip çıkmıyor,
saatler geçtiği halde adam da bir türlü kendine gelemiyordu. Akşama doğru
oradan geçen bir debbağ[1],
adamı tanımıştı. Kalabalığa seslendi:

“-
Sakın ona gülsuyu serpmeyin! Ben onun hastalığının ne olduğunu biliyorum. Siz
ona hiç dokunmayın, ben biraz sonra geleceğim” diyerek uzaklaştı. Bir virâneye
girdi. Avucuna bir parça hayvan pisliği aldı. Attarlar sokağına gelerek,
elindeki hayvan pisliğini gizlice bayılan adamın burnuna tut­tu. Hayret!.. Adam
kendine gelmeye başladı. Biraz sonra da ayağa kalktı. Debbağla birlikte
yürüyerek gitti. Çünkü bayılan adam da bir debbağdı. Yıllarca kokmuş de­riler
içinde pis kokulara alışmış, attarlar sokağında güzel kokulara dayanamayarak
düşüp bayılmıştı. (bk. Mevlânâ, Mesnevî, 260-300. beyitler)

Hz.
Mevlânâ bu hikayeyi naklettikten sonra şu öğütlerde bulunur:

“Mayıs
böceği dâima pislik taşır durur. Bundan dolayı de gül suyundan bayılır. Onun ilâcı
yine pis kokulu şeylerdir. Çünkü ona alışmıştır, onunla hall ü hamur olmuştur.
Nasîhatçiler de, kasvetli kişiyi, kendisine bir kapı açılma­sı, iyileşmesi ve şifa
bulması için hikmetli güzel sözlerle, am­berle, gülsuyu ile tedâvî etmek
isterler. Kime öğüdün güzel kokusu fayda vermezse, muhakkak o, kötü kokulara
alışmıştır. Sen de nurdan, öğütten, iyilik ve güzellikten nasîbini al!..
Burnunu pisliğe sokma da, mayıs böceği olma! İnsan ol, insan!”

Sabah
meltemi; gül, karanfil ve nâdîde çiçeklerini açmış bir bahçe üzerinden eserek
geçtiği zaman, nefis, leziz ve gö­nüllere bahar ferahlığı veren kokularını,
estiği yerlere alır gö­türür. Gönül erleri, sâlihler ve arifler de,
kalblerindeki muhabbet, aşk ve vecdlerini sohbetlerine taşırlar. Kalblerindeki
esrârın nûru cemâate akseder. İn’ikâs ve insibağ yani boyanma netice­sinde
kâbiliyyet ve istidada göre gönüller, feyz ve hakikatin nûru ile dolar. Teaffün
etmiş, kokuşmuş mezbele ve leşler üzerinden geçip gelen bir meltem de, onların
mülevves kokularını alarak etrafa yayar, nefesleri tıkar ve ruhları daraltır.
Kulluk lezzetinden mahrum fâsıkların meclislerinde de çevrelerine kasvet
yayılır. Onlar da birbirlerinin kasvetleri ile hem-hâl olurlar. Kasvetlerinin
yârenliği ile lezzetlenirler.

Şunu
unutmamak gerekir ki, insanın manen dirilip gönlünün harekete geçmesi ve semâvî
gerçeklere kulak verebilmesi için yediği Lokmânın helâl ve temiz olmasının çok
büyük bir özeni mevcuttur. Gelen ayetler bu gerçeğe temas etmektedir:

[1]Debbağ: Deri işiyle
uğraşan, derilerileri terbiye eden kişi..

Ayrıca Bakınız.  Enfâl Suresi 27. Ayet Meali, Arapça Yazılışı, Anlamı ve Tefsiri

Bakara Suresi tefsiri için tıklayınız…

Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri

Bakara Suresi 170. ayetinin meal karşı karşıya geldirması ve diğer ayetler için tıklayınız…

Kaynak: https://www.islamveihsan.com/

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın